8 Haziran 2020 Pazartesi

Nisa suresinin 34. ayeti müslümanların tevil etmeden kabullenmeleri gereken bir ayettir



"....Aileyi münkerden menetme ve bu menetmede kararlı davranma meselesinde bir yaptırım olarak "Dayak var mıdır, yok mudur?" sorusu, müslümanlar arasında da tartışılan bir sorudur. Nitekim müslümanlar tarafından tanınan ve oldukça sevilen bir yazar, kadınlarla ilgili bir konferansa giderken "İslam'da kadını dövmek var mıdır?" sorusuyla karşılaşabileceğinden oldukça korktuğunu ifade etmektedir. Bu korkunun psikolojik nedeni, yazarın vermek istediği cevabı veremeyeceğinden duyduğu endişedir. Bu konudaki feminist baskıları dikkate alan yazar, "İslam'da kadını dövmek yoktur?" cevabını vermek istemesine rağmen, aşağıdaki ayet i kerime kendisini bundan engellemektedir.,


"Allah'ın bazısını bazısına üstün kılması ve kendi mallarından harcaması nedeniyle, erkekler kadınlar üzerine sorumlu-yöneticidirler. Saliha (iyi) kadınlar, itaatkar olanlar ve -Allah (onları) nasıl koruduysa- görünmeyeni koruyanlardır. Başkaldırıp diretmelerinden endişe ettiğiniz kadınlara (önce) öğüt verin, (sonra) yataklarda yalnız bırakın, (bu da yetmezse) döğün. Size itaat ederlerse, onların aleyhine bir yol aramayın. Doğrusu Allah Aliyy'dir (çok yücedir), Kebir'dir (büyüklüğü sınırsızdır)."(4-Nisa 34)


Daha sonra aynı yazar Tefsiru'l Mizan'ı okuduğunu ve bu müşkülünü Merhum Tabatebai'nin tefsirinde çözdüğünü (ki nasıl çözdüğüne de pek açıklık getirmiyor) belirterek "İslam'da kadını dövme yetkisi diye bir şey asla yoktur, işte bu kadar" diyebilmektedir!.


İslam adına konuşmalarına rağmen feminizmin veya İslam'a düşman olan mercilerin bu konudaki yoğun propagandalarından etkilenerek, benzer ifadelerle bu görüşü destekleyen başka yazar ve düşünürler de bulunmaktadır.


Feminist baskıları veya kadını dövmekle ilgili yanlış uygulamaları dikkate alarak "İslam'da kadını dövmek yoktur" demek, açık bir cüretkarlıkla haddi aşmaktır. Kadını dövme hadisesinin cahili toplumlarda yaygınlaşan yanlış uygulamaları ayrı bir husus, İslam'da olup olmaması ise apayrı bir husustur. Nisa suresinin 34. ayet i kerimesi, müslümanların tevil ve tahrif etmeden kabullenmeleri gereken bir ayet i kerimedir.


Meseleyi Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğünde değerlendirmemiz de, bu ayet i kerimedeki apaçık manayı değiştirmeyecektir. Mesela Hz. Eyyub (a.s.) hastalığı döneminde hanımına bir nedenden ötürü kızmış ve rivayetlere göre "İyileştiğim zaman sana kırk sopa vuracağım" diyerek yemin etmişti. Rivayetler Hz. Eyyub (a.s.)'ın iyileştikten sonra hanımına kırk sopa atacağına dair yemin ettiği için pişmanlık duyduğunu nakleder. "Yeminin gereğini yapayım mı, yoksa kefaretini ödeyip yapmayayım mı?" endişesini taşıyan Hz. Eyyub (a.s.)'a, Rahman olan Rabbimiz şöyle yol göstermektedir.,


"Ve elinle bir deste (sap) al, böylece onunla vur ve andını bozma." Gerçekten, Biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip dönen biriydi." (38-Sad 44)


İslam'a göre kadını dövmek veya kadına vurmak caiz olmasaydı, şanı yüce Rabbimiz caiz olmayan bir amel için Hz. Eyyub (a.s.)'a yol gösterir miydi? Bu örneği Resulullah (s.a.v.)'e ve bütün müslümanlara verir miydi?


Daha önce de belirttiğimiz gibi müslümanın ettiği ve edeceği yeminler ile herhangi bir helal, haram olmayacağı gibi, herhangi bir haram da helal olmaz. Böylesi yeminler, kefaretle hemen bozulması gereken yeminlerdir. Dolayısıyle Hz. Eyyub (a.s.)'ın yemini, bozulması gereken böyle bir yemin değil, gereğinin yapılması gereken bir yemindir.


Meseleyi salt eylem olarak düşündüğümüz zaman, kadının dövülmesi hiç şüphesiz ki hoş bir şey değildir. Burada hoş olmayan şey, kadının dövülmesinden ziyade bir insanın dövülmesidir. Dövme ve dövülme hadisesinde kadın erkek ayırımı yapıp, "Erkeğin dövülmesi hoş fakat kadının dövülmesi hoş değildir" diyemeyiz. Bir insan olarak hem erkeğin ve hem de kadının dövülmesi hoş bir hadise değildir.


Ancak biliyor ve iman ediyoruz ki, dinimiz İslam'da gerekli görülen bazı durumlarda bir ceza, bir yaptırım olarak dövme hadisesi bulunmaktadır. Toplumsal disiplin için bazı durumlarda caiz ve gerekli görülen bu eylem, ailenin disiplini için de bazı özel durumlarda gerekli görülmekte ve erkeğe bu yetki verilmektedir. Dolayısıyle bu konudaki tartışmalarımızı "Dövmek var mıdır, yok mudur?" sorusu çerçevesinde değil, bu meselenin yanlış tatbikatleri üzerine yapmamız gerekir. Çünkü bu konuda karşılaşılan sorunlar, genel olarak gereksiz ve yanlış tatbikatlerden kaynaklanan sorunlardır.


Öncelikle şu hususun kavranması gerekir ki, İslam'a göre kadının eğitim ve terbiyesinde dayak esas alınmaz. Kadının eğitim ve terbiyesinde aile reisine, yani evin erkeğine emredilen öncelikli tavır, ailesine karşı güzellikle davranması, ailesini hayra ve rahmete en güzel bir biçimde davet etmesidir. Münkerden nehyetme meselesine de öncelikli yaklaşım bu şekildedir. Ancak bütün bu yaklaşımlara ve öğüt vermelere rağmen inadi bir azgınlıkta bulundukları veya müslüman bir erkeğin nikahındaki kadına kesinlikle yakışmayacak bazı münkerleri işledikleri zaman, bir yaptırım olarak yataklarında yalnız bırakılmalarına veya aşırıya kaçmadan ve yüzlerine vurulmadan dövülmelerine izin verilmektedir.


Mesele bu noktaya geldiği zaman, bütün erkeklere altını çizerek şu hususu hatırlatmak isteriz ki, herhangi bir müslüman erkek zorunlu kaldığı durumlarda dahi karısını kendisinin menfaati veya maslahatı için değil, karısının menfaati veya maslahatı için döver. Karısını seven ve karısıyla cennette beraber olmak isteyen bir erkek, karısını cehenneme götürecek fiiller karşısında geçit vermeyen bir dağ gibi durmasını bilen erkektir. Dolayısıyle kadınına vurması, dünyevi sebeblerin fevkinde uhrevi sebebler için olmalıdır. Yemeğin tuzu az olduğu veya karısında hoşlanmadığı bir şey gördüğü için karısını dövenler, hiç şüphesiz ki kadınlarına zulmeden zalimlerdir. Tabi ki kadınlarını başıboş bırakanlar, onların cehennemlik fiillerini görmemezlikten gelenler de aynı zalimlerdendir. Nitekim erkeğin acizliğinden dolayı yıkılan yuvaları veya kadının azgınlığı ile cehenneme doğru yol alan aileleri gördüğümüz zaman, aile reisi olan bu erkeklere bakıyor ve dilimizin ucuyla "Keşke gerektiği zaman karısını dövebilseydi, keşke bu çareyi de deneseydi!." diyoruz.


Netice olarak kadını dövmek, aklen ve ruhen sağlıklı hiçbir erkeğin veya kadının hoşlanacağı bir şey değildir. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi İslam'da bu hüküm ve bu hükmün hikmetli bir yeri vardır. Bizlere düşen görev, hoşlanmadığımız bu eylemden sakınmaya ve karşı tarafı da sakındırmaya çalışmamızdır. Böyle bir duruma düşmekten sakınan Resulullah (s.a.v.) bu hadiseyi hiç yaşamamış, hiçbir hanımına bir fiske dahi vurmamıştır. Nitekim bazı hanım münevverlerimiz Resulullah (s.a.v.)'in hiçbir hanımına bir fiske dahi vurmadığını belirterek, erkek müslümanları böyle bir tavıra davet etmektedirler. Bize göre bu davet, tek taraflı olduğu için hayra ve rahmete vesile olabilecek bir davet değildir. Çünkü Resulullah (s.a.v.) ile ilgili olarak karşılaştığımız örnekte, hanımlarına bir fiske dahi vurmayan Resulullah (s.a.v.) ile birlikte, kendilerine bir fiske dahi vurdurmayan, vurdurmaya gerek göstermeyen peygamber hanımları, annelerimiz vardı. Her iki tarafın da örnek alınması gerekmez mi?....."


http://www.insandergisi.com/islamda-kadini-dovmek-118h.html




Soru

Kur’an’da Nisa suresi 34. ayette geçen fadribuhunne diye bir kelime var. Bu kelime arapçada otuza yakın anlama gelmektedir. Kimi meallerde dövün, kimi meallerde ise uzaklaştırın, ayrı yerde bulundurun manasında kullanılıyor, hangisi doğrudur? Ayrıca etimolojik olarak uzaklaştırın diye çevirenler nisa suresinde 101. ayette bu kelimenin uzaklaştırın diye geçtiğini, boşanmaya gitmeden ön tedbirler için ayetin indirildiğini, kocanın halledememesi durumunda 35. ayette akraba, arkadaşlardan hakemlerin getirilmesi gerektiğini, sonuç alınamazsa boşanma olacağını dile getiriyor. Rum 21’de ise eşler arası sevgi ve merhamet varsa dayağın olamayacağı, kesinleşmiş zinada ancak dövme uygulanabileceğini söylüyorlar (Yaşar Nuri Öztürk İslam nasıl yozlaştırıldı ve Hüseyin Hatemi İlahi Hikmette Kadın adlı eserleri). Son olarak da erkeğin nuşuzunda ise nisa 128’de sulh varken 34. ayette niye dayak var? Üstelik kadının dövülmesi kadını daha da hırçınlaştıracağı gerçeği varken! Hz. Peygamberin de hiçbir hanımına fiske vurmadığı nedenleriyle de olaya bakılırsa, işin özeti kadın dövülemeyeceği dile getiriliyor. Ayrıca dövün diye çevirenler örneğin Prof. Mehmet Dağ Hoca ise fadribuhunne kelimesi -an takısı almalı ki -den-dan uzaklaştırmak manasına gelsin. Böyle birşey olmadığı için ayet kadını dövün diye çevrilmelidir. Darabe kelimesi bu manaya gelir yorumu da var. Özetle Hocam sizin bu konuda görüşünüz nedir?

Ayrıca Ebubekir Bey Recm konusunda bazı yazarların ısrarlı savunmaları var benim bu konuda da merak ettiklerim bulunmakta, yanıtlarsanız sevinirim.

1.Kur’an’da Yüce Allah’ın zinadan bu kadar söz ederken recmden niye söz etmiyor? Sonuçta 100 sopa cezası da varken bu durumda Kur’an’da olmayan birşey sünnette nasıl var olabiliyor? Allah’ın Kelamı eksik olamayacağına göre bunun mantığı nedir?

2.İslam’da suç misliyle cezalandırılırken -cinayette kısas örneğinde olduğu gibi- zinada ise recm ile ölüm cezası verilebiliyor. Bunu da anlamış değilim bu çelişki değil mi?

3.Son olarak Kur’an’da zina eden erkek ve kadınla evlenmek yasak. Ayrıca zina eden erkek ve kadının yine zina eden biriyle evleneceğine dair hükümler var. Buradan zina edene yaşama hakkı tanındığını görüyoruz. Aksi durumda evlenmek yasak ya da zinakar, zina edenle evlenir durumu çelişirdi. Malum, ölüyle evlenilemeyeceğine göre bu ayetler başka türlü anlaşılmazken recmi hala nasıl savunuyorsunuz yanıtlarınızı bekliyorum, saygılarımla.

Cevap

4/en-Nisâ, 34. ayeti nüşuzundan endişe edilen kadın hakkında koca tarafından aşamalı olarak üç tedbire başvurulacağını hükme bağlıyor: Nasihat, yatağında yalnız bırakma ve dövme.

Dikkat çekici bir durum var: Ayette sözü edilen aşamalı tedbirler arasında –ilk ikisi her nedense atlanarak– sadece üçüncüsü üzerinde duruluyor. Elbette burada “şiddet” içeren bir hüküm bulunduğu, dolayısıyla Allah Teala’nın böyle bir şey emretmiş olamayacağı tarzında bir akıl yürütme söz konusu.

Ancak meselenin sadece bu yönü üzerinde duranlar ve buradaki “fa’dribûhunne” hükmünü etimolojik tahliller, hermenötik atraksiyonlar ve daha başka türlü ayak oyunlarıyla “çağdaş aklın kabul edebileceği” noktaya getirme gayretiyle hareket edenler, gerçekten meseleyi çözmüş oluyor mu?

Birisi kalkıp, “Efendi, esasen burada baştan eşitsiz bir durum var; sen niçin onu söz konusu etmiyorsun da, buradaki “darabe”nin anlamları üzerinden durumu kurtarmaya çalışıyorsun? Bu ayette nüşuzundan endişe edilen kadına kocası tarafından bir dizi tedbirin uygulanacağı hükme bağlanırken, aynı surenin 128. ayetinde kocasının nüşuzundan endişe eden kadına herhangi bir yaptırım uygulama hakkı vermeksizin, sadece “arayı bulma” tavsiye ediliyor. Kadın aleyhine işleyen bu eşitsizlik üzerinde niçin durmuyorsun?” diyecek olsa, kim ne diyebilir?

Dolayısıyla aslolan Kur’an ve Sünnet ahkâmını çağdaş kabuller ve değer yargılarını esas alarak “yorumlamak” değil, olduğu gibi kabul etmektir. Uygularsınız veya uygulamazsınız, o ayrı mesele. Herkes yarın ahirette kendi hesabını kendi verecektir. Ama mü’min, Allah ve Peygamber’le pazarlık yapmaz. Pazarlık yapan mü’min olamaz! Mü’min iman eden ve teslim olan insandır ve bu mesele de iman ve teslimiyetin keskin bir şekilde test edildiği meselelerden birisidir!

“Darabe” fiilinin “çok anlamlı” bir fiil olduğu doğrudur. Kur’an’da muhtelif kipleriyle 59 yerde geçen bu kelimenin, geçtiği yerlerde bağlama göre farklı anlamlar ifade ettiği de doğrudur. Ancak bu, mezkûr kelimenin geçtiği her bir yerde ifade ettiği anlamın “kafamıza göre” tayin edilebileceği anlamına gelmez.

Soru metninde Prof. Dr. Mehmet Dağ’a atfen yer verilen tesbit gerçeği ifade etmektedir. Sadece “darabe” fiili değil, Arapça’daki kelimelerin hemen tamamı, farklı edatlara veya mef’ullere/tümleçlere göre farklı anlamlar ifade eder. Bunların kimi hakikat, kimi mecazdır.

Birkaç örnek:

Darabe: Vurdu; dövdü; sür’at yaptı; uzadı; hareket etti; oynadı; seyahat etti; ticaret, gaza vb. bir sebeple bir yerden bir yere gitti.

Darabe bi nefsihi’l-ard: Bir yerde ikamet etti, kaldı.

Darabe bi yedihî: Eliyle işaret etti.

Darabe alâ yedeyhi: Tuttu, engel oldu, kesinleştirdi, ifsad etti.

Darabe an…: …den yüz çevirdi.

Darabe beynehû: …den uzaklaştırdı.

Darabe’ş-şey’e bi’ş-şey’: Bir şeyi başka bir şeye kattı, karıştırdı.

Darabe fi’l-mâi: Suda yüzdü.

Darabe bi zekanihi’l-ard: Korktu.

Darabe’l-akrebu: Akrep (bir kimseyi) soktu…

Örnekleri artırmak mümkün. Daha detaylı bilgi isteyenler Tâcu’l-Arûs gibi, Kamus Tercemesi Okyanus gibi mufassal lugatlere bakabilirler.1)

Dolayısıyla bu kelimeye keyfemâşeyâ anlam vermek demek, cümleyi kendi istediği gibi kurmak demektir. Oysa Allah Teala’nın kelamı, biz onu yeniden anlamlandıralım, kendi anlayışlarımızı ona söyletelim diye değil, sabit anlamlarının ihtiva ettiği hakikatleri benliğimize yerleştirerek teslim olalım diye indirilmiştir.

Unutmayalım, Ehl-i Kitap da kendi kitaplarını –başka değil– tam da bu tarz mülahazalarla tahrif etmişlerdir. İçlerine sindiremedikleri, izah edemedikleri, zor buldukları, ele-güne izah edilemez gördükleri hükümleri kimi zaman Kitap’tan çıkararak, kimi zaman bağlamlarını tahrif ederek, kimi zaman da yorum metoduyla devre dışı bırakarak “hevalarına uygun” dinler ortaya çıkarmışlardır…

Söz buraya gelmişken Ehl-i Kitab’ın, kendi kitaplarını tümüyle reddetmemiş oldukları gerçeğine de dikkat çekmemiz gerekiyor. Adı “Tevrat” olan, “İncil” olan, hakiki Tevrat ve İncil’den cümleler, pasajlar taşıyan, ama muhtevasında Ehl-i Kitab’ın ileri gelenlerinin heva ve heveslerinin de yer bulduğu kitaplardır onlar.

Modern dönemde Müslümanların Kur’an’la ilişkisi, bilhassa Yahudilerin Tavrat üzerinde gerçekleştirdiği tasarruflarla gerçekten çarpıcı bir benzerlik gösteriyor. Günümüzde meal çalışmalarının önemli bir kısmının arz ettiği görüntü, hahamların Tevrat’ı tuttuğu muameleden farklı değildir. “Ben böyle anlıyorum” tavrıyla Kur’an’ı heva kaynaklı “özgürlük” algısının kurbanı kılanlar, etki alanlarını Kur’an merkezli söylemlere ular elbette…

“Darabe” fiilinin hakiki ve mecazi anlamlarına bağıl kullanımları bağlamında lugatlerin dikkatimizi çektiği bir husus var: Bu kelimenin hakiki anlamı “vurmak”tır. Mecazi kullanımlarının tamamında “vurmak”la mutlaka bir biçimde ilişkili bir durum vardır.1)

Bir önceki yazıda zikrettiğim örneklerden bir kaçı üzerinden bu durumu tahkik edebiliriz:

Söz gelimi “Darabe bi nefsihi’l-ard” tabiri “bir yerde ikamet etti, kaldı” anlamındadır. Bu tabirin birebir kelime anlamı: “Kendisini yere vurdu”dur. Kişi herhangi bir mekânda kendisini yere vurduğu, ağırlığını oraya verdiği, orada sabit kaldığı zaman “orada durmuş, yerleşmiş, kalmış” olacaktır. Buradan hareketle mecazi anlam “Bir yerde yerleşip kalmak” olarak ortaya çıkacaktır.

Bir diğer örnek: “Darabe bi yedihî”: Bir kimse elini uzaktan bir yere doğru uzattığı ve orada sabit tuttuğu zaman elini oranın üzerine koymuş (gibi) olur. Buradan hareketle bu tabir, “Eliyle işaret etti” anlamını kazanacaktır.

Bir başka örnek “Darabe alâ yedeyhi”: Bir kimse bir şeye elini uzattığında bir başkası onun el(ler)ine vurursa, onun, el uzattığı o şeyi almasına engel olmuştur. Yahut, bir kimse ıslah etmek veya amacı doğrultusunda kullanmak/istihdam etmek amacıyla bir şeye elini uzatır, bir başkası da onun eline vurarak buna mani olursa, fiili ifsat etmiş/bozmuş olur. Buradan hareketle bu tabirin, “Tuttu, engel oldu, kesinleştirdi, ifsad etti” anlamlarını kazanması son derece anlaşılabilir bir husus olarak tebellür etmektedir.

Şu halde “Hakikatten mecaza dönmemizi gerektiren herhangi bir delil olmadıkça kelamda/sözde aslolan hakikattir/hakiki anlamdır” kaidesinden hareketle 4/en-Nisâ, 34. ayetindeki “fa’dribûhünne” ifadesinin hakiki anlamda “dövmek” olduğunu söylediğimizde, “darabe” fiilinin bu hakiki anlamdan kaynaklanan mecazi anlamlarını/kullanımlarını öne sürerek hakiki anlamın önüne geçilemez. Bu ancak bir şekilde mümkündür: Usul’ü, kaideyi, dilin kullanımlarını, mantığı, iletişimin tabii/zazuri ilkelerini, Kur’an’ı, Sünnet’i… kendi heva ve heveslerimizden başka bir dayanağı/gerekçesi olmayan saçma sapan tevillere kurban etmeyi ilke edinmek…

Mevzumuza dönelim…

Bu ayette anlatına durum, nüşuzundan endişe edilen kadınla kocası arasında cereyan etmesi gereken süreçle ilgilidir. Bu aşamada eşler arasındaki münasebet henüz “şikak” noktasına gelmemiştir. Eşler, aralarındaki anlaşmazlığı kendi aralarında çözebilecekleri iletişim ortamını henüz kayıp etmemişlerdir.

Eşler aralarındaki problem(ler)i kendi aralarında çözemezlerse durum ne olacak?

İşte bu durumda 4/en-Nisâ, suresinin 35. ayetinde ifade buyurulan durum gündeme gelecek. Yani eşler arasındaki problem, eşlerin arasının tamamen açılmasına (şikak) gelip dayanmışsa, her ikisinin ailesinden aklı başında, görmüş-geçirmiş, dirayet ve fetanet sahibi insanlar devreye girecek ve problemi birz kez de onlar kendi aralarında görüşecek. Ola ki eşlerin göremediği çözüm yolları vardır ve o çözüm yollarını o hakemler görür…

Onlar da meseleyi görüşürken eşlerin arasını bulup aile yuvasının devamından yana tavır sergileyecek, meseleyi bu çerçevede hal yoluna bakmanın gayreti içinde olacaklar.

Bu da olmazsa o yuva artık devam edemeyecek demektir ve bu aşamada boşanma süreci devreye girecektir.

Bir kere daha tekrar edelim, 34. ayette ifade buyurulan hususlar, eşler arasındaki ilişkinin henüz kopma noktasına gelmediği, hal yoluna girme ihtimalinin kopma ihtimalinden daha güçlü olduğu durumlarla ilgilidir.

Okuyucu sorusunun recmle ilgili kısmına gelince





Genellikle recm bağlamında ileri sürülen bir argüman soru metninde de yer almış: “Kur’an’da Yüce Allah zinadan bu kadar söz ederken recmden niye söz etmiyor? Sonuçta 100 sopa cezası da varken bu durumda Kur’an’da olmayan birşey sünnette nasıl var olabiliyor? Allah’ın Kelamı eksik olamayacağına göre bunun mantığı nedir? “

İlk bakışta “mantıklı” gibi duran bu soru, Usul açısından Kur’an-Sünnet ilişkisi bağlamında çok anlamlı değil. Zira neyin Kur’an’da yer alacağına ve neyin Sünnet’e havale edileceğine bizim karar verebileceğimiz gibi bir ön kabul var bu sorunun kurgusunda.

Meseleyi birkaç örnek üzerinden irdeleyelim





Kur’an, İslamî devlet modelinin nasıl olması gerektiği konusunda herhangi bir talimat içermemektedir. Şura’dan, adaletten.. vb. bahseden ayetler devletin “modeli”yle ilgili değildir. Bu son derece önemli mesele Sünnet tarafından açıklığa kavuşturulmuştur.

Durum böyle olmasına böyledir; ama tam bu noktada meseleyi “kendisi olarak” algılamamızı engelleyen modern refleks, “Kur’an bir yönetim modeli getirmemekle meseleyi Müslümanların içtihadına, çağın gereklerine… vs. havale etmiştir” diyerek dikkatimizi başka noktalara çeler.

Dolayısıyla dikkatimizin çelinmesine izin vermeyelim ve sorulması gereken esas soruyu soralım: Yönetim modeli önemsiz bir mesele midir ki, miras taksimatını en ince detaylarına kadar düzenleyen Kur’an-ı Hakim bu noktayı sükût geçmiştir?

Bir diğer örnek abdest ve namazdır. Kur’an’da abdestin nasıl alınacağı detaylı bir şekilde anlatıldığı halde1), hatta teyemmüm tarif edildiği halde2) namaz hakkında herhangi bir detaya yer vermemiştir. Namazla ilgili bütün detaylar Sünnet-i Seniyye tarafından gösterilmiştir. Oysa ne abdest ne de teyemmüm namazla kıyaslanabilir önemdedir!

Kur’an’da geçmeyip de Sünnet’in teşri kıldığı hususlara bir diğer örnek “sefer/yolculuk namazı”dır. Yolculuk halinde 4 rek’atli farzları 2’şer rek’at kılmak önemsiz bir mesele midir?..

Şu halde “bu kadar önemli bir husus Kur’an’da zikredilmeliydi” tarzındaki bakış açısının Usul açısından herhangi bir geçerliliği yoktur!..

Sorunun bir kısmında da zina için Kur’an’da zaten 100 sopa cezası belirlendiği halde, Sünnet tarafından nasıl olup da başka bir cezanın belirlenebildiği sorgulanıyor.

Biliyoruz ki Sünnet Kur’an’ın umumunu tahsis, mutlakını takyid eder. Zina edenlere 100 sopa cezası getiren ayet3) zina eden herkesi içine alan umumî bir ifade taşımaktadır. Bu umumî ifade Sünnet tarafından kimi noktalarda tahsis edilmiş, ihtiva ettiği umumî hüküm, bir kısım zanilere tahsis edilmiştir.

Sünnet’in Kur’an’ın umumunu tahsis, mutlakını takyid edeceği, recm hükmüne itiraz edenler tarafından da zımnen veya açıkça kabul edilmektedir. Söz gelimi “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman…”4) ayetinde “namaz” mutlak olarak zikredilmiş, hangi namaz için yapılan çağrının kastedildiği belirtilmemiştir. Sünnet bu mutlak ifadeyi “Cuma namazı” için yapılan çağrı (ezan) şeklinde kayıt altına almıştır.

Keza 5/el-Mâide, 5. ayetinde zikredilen, “Ehl-i Kitab’ın muhsan kadınları” ifadesinde mü’minlerin kendileriyle evlenmesi helal kılınan kitabî kadınların herhangi bir vasfı belirtilmemiş, yani ifade mutlak bırakılmış, Sünnet, harbî kitabîleri dışarıda bırakarak bu ibahayı zimmî kitabî kadınlarla takyid etmiştir.

“Hırsızlık yapan erkeğin ve hırsızlık yapan kadının… ellerini kesin”5) ayetinde çalınan malın değeri zikredilmemiş, hüküm umumî olarak bırakılmıştır. Sünnet, çalınan malın değeri 4 dinarın altındaysa el kesme cezasının uygulanmayacağını hükme bağlayarak Kur’an’ın bu umumunu tahsis etmiştir.

Yine aynı şekilde Kur’an’da, evlenilmesi haram olan kadınlar bir bir sayıldıktan sonra, “Bunların dışındaki kadınlar… size helal kılındı” buyurulmuştur. Sünnet, kişinin evli bulunduğu kanının halasını ve teyzesini bu hükümden istisna tutarak ayetteki “bunların dışındaki kadınlar” ifadesinin umumunu tahsis etmiştir.

Dolayısıyla bütün bu konularda Sünnet’in Kur’an’ın umumunu tahsis, mutlakını takyid ettiğini söylerken/kabul ederken, aynı Sünnet’in 24/en-Nûr 2 ayetindeki 100 sopa cezasını bekâr zanilere tahsis etmesine itiraz etmek tutarlı değildir.

Yine zikrettiğim bu hususlar, meselenin “Allah’ın Kitabı’nda eksiklik-fazlalık” bulunması gibi bir bakış açısıyla ele alınamayacak kadar teknik ve hassas olduğunu ortaya koymaya yeterlidir.

Okuyucunun recmle ilgili ikinci sorusu şöyleydi





“İslam’da suç misliyle cezalandırılırken -cinayette kısas örneğinde olduğu gibi- zinada ise recm ile ölüm cezası verilebiliyor. Bunu da anlamış değilim bu çelişki değil mi?”

Doğrusu recmin zina suçu için “ağır” bir ceza olduğunu hangi kritere dayanarak söylediğimiz hayli önemli. Önemli, zira hukuk felsefesinin önemli alanlarından birini, belki birincisini oluşturan “suç-ceza dengesi” meselesi suça ve cezaya hangi açılardan bakıldığıyla doğrudan ilişkilidir.

Herşeyden önce bir noktanın altını çizelim: Seküler bir bakış açısıyla yapılacak “suç” ve “ceza” tarifi, elbette İslamî açıdan yapılacak tariflerle bağdaşmayacaktır. Söz gelimi İslam, keffaretlere, “suçun vebalini temizleyici” unsur olarak bakar. Bir kimse keffareti mucip bir suç işlemişse, o suçun vebali, manevi kiri ve ağırlığı ancak o suça keffaret olarak belirlenmiş cezanın icra ve infazıyla temizlenebilir.

Bu açıdan baktığımızda, “büyük günahlar” kategorisine giren zina fiilinin kişinin manevi hayatında ve ruhunda oluşturacağı leke, ancak o suçu “günah” olarak işaretleyen iradenin öngördüğü cezanın uygulanmasıyla ortadan kalkabilecektir.

Bu sebeple asr-ı saadette zina eden evli kadın hiçbir baskı ya da zorlama olmadığı ve işlediği fiili zina ettiği kişiyle Allah Teala’dan başka bilen olmadığı halde kendi iradesiyle Efendimiz (s.a.v)’e gelmiş ve “Ey Allah’ın Resulü! Ben zina ettim, beni temizle” demişti! “Allah’ın huzuruna bu vebalin kiri ve lekesiyle çıkmak istemiyorum, beni temizle!!..

İmdi, eğri oturup doğru konuşalım: Zina fiilinin “hayatın sıradanları”, hatta kimilerine göre “vazgeçilmezleri”!! arasında yer aldığı (çünkü “özgürlükler” alanıyla doğrudan ilgilidir), yasaların suç olmaktan çıkardığı ve hemen hepimizin gözünde, algısında –sık rastlananlar arasında olduğu için– bir anlamda “normalleştiği” günümüz anlayışında bırakın Sünnet’le teşri kılınan recmi, Kur’an’ın getirdiği 100 sopa cezası bile “ağır” bulunacaktır! Evet, insan göre göre, duya duya bir yerden sonra zina fiilini “adiyattan” olarak algılamaya başlıyor. Böyle olunca da onun “cezalandırılması gereken” bir fiil, bir “suç” olması bile kimilerine anormal gelebiliyor.

Böyle bir ortamda elbette evli bir kimsenin işlediği zina fiili ile recm cezası arasında bir “dengesizlik” bulunduğu!! söylenecektir. Oysa evli bir kimsenin zinasının Allah indinde neye tekabül ettiği, ne kadar ağır bir suç teşkil ettiği konusunda elimizde bir ölçü aleti yok! Bunun büyük bir günah olduğunu biliyoruz, o kadar! Bir de belki işin “hikmeti” kabilinden, evlilerin zinasının bireye, aileye ve topluma nelere mal olduğu konusunda bir şeyler söyleyebiliriz…

Okuyucunun recmle ilgili üçüncü sorusunun cevabıyla bu seriyi tamamlamış olalım





“Son olarak Kur’an’da zina eden erkek ve kadınla evlenmek yasak. Ayrıca zina eden erkek ve kadının yine zina eden biriyle evleneceğine dair hükümler var. Buradan zina edene yaşama hakkı tanındığını görüyoruz. Aksi durumda evlenmek yasak ya da zinakar, zina edenle evlenir durumu çelişirdi. Malum, ölüyle evlenilemeyeceğine göre bu ayetler başka türlü anlaşılmazken recmi hala nasıl savunuyorsunuz?”

Soru sahibi okuyucumun bu noktada bir kafa karışıklığı yaşadığını söylemem lazım. Kısaca izah etmek gerekirse






Sahabe kuşağından itibaren bir kısım alimler “Zina eden erkek, ancak zina eden veya şirk koşan bir kadınla evlenir…”1) ayetinin “inşaî” değil “ihbarî” olduğu, yani herhangi bir hüküm getirmeyip, bir vakıayı haber verme mahiyetinde olduğu söylemiştir.2) Yani zinayı bir hayat tarzı haline getirmiş olanlar, ancak kendileri gibi zinakârlarla veya müşriklerle evlenebilecek kadar alçalmış kimselerdir.


Yine Sahabe kuşağından itibaren bir kısım alimler, bu ayetin inşaî olduğu, ancak hükmünün nesh edildiği görüşündedir. Zira bu ayet zina eden kişinin yine kendisi gibi zina eden birisiyle veya bir müşrikle evlenebileceğini hükme bağlamaktadır. Oysa yine bizzat Kur’an’da, “İman edinceye kadar müşrik kadınlarla evlenmeyin”3) buyurulmaktadır.


Nihayet, burada biz, “evli zanilerin” cezasından bahsediyoruz. Okuyucumun mantığına göre söz gelimi bir erkek evli bir kadınla zina ederse onunla evlenmek durumundadır. Oysa kadın zaten evlidir!

Dolayısıyla 24/en-Nûr, 3 ayetinin recm cezasıyla çeliştiğini söylemenin tutarlı bir yanı yoktur.

https://ebubekirsifil.com/okuyucu-sorulari/darb-ve-recm-5/?hilite=%27Darb%27%2C%27Recm%27

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.