14 Haziran 2020 Pazar

Cemil Meriç sözleri








görseller için; https://twitter.com/search?q=from%3A%40BunlariDusun%20cemil&src=recent_search_click


Ulu çamlar fırtınalı diyarlarda yetişir.


Ha­yatından memnun olan insan veya sınıf, düşünmez.


Zulmün karşısında tarafsızlık, namussuzluktur.


Taraf tutmayan insan, şahsiyeti felce uğramış insandır. Ben tarafım, hakikatin tarafıyım.


Murdar bir hal’den muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.


Yobazlık, Şark'ın nefis müdafaası. Yobaz, samimiyet, yobaz kendini bir nass'a hapseden idrak; bir nass'a, yani sonsuza. Yobaza düşmanlık, tarihe düşmanlık. Yobaz biziz, en güzel taraflarımızla.


Olimpos dağının çocukları Hira dağının evlatlarını asla kabullenemeyecektir.


Bu memlekette sağcı-solcu, ilerici-gerici yoktur, namuslu ve namussuzlar vardır. Siz namuslulardan olun! Göreceksiniz çok kalabalık olacaksınız!


Her dudakta aynı rezil şikâyet: Yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lâğım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır. Onlar Türkiye’nin insanından şikâyetçi. İnsanından yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır.


Dünyadaki kaosun nedeni; eşyaların sevilmeleri ve insanların kullanılmasıdır.


Mutlak hakikate erişen, bâtıl'ı neden merak etsin


"Kopacaksın adsız ve ruhsuz kalabalıktan. Ufuksuz iştahlarıyla yavan ve kendini beğenmiş insanlardan uzaklaş. Yalnızlık mana dünyası Fatihlerinin ortak kaderi. Başkaları ne düşünür aldırma. Allah ne düşünüyor ona bak."


Kendisini kontrol edebilen bir kişinin başarıya koştuğuna hiç şüphe yoktur.


Avrupa Osmanlı ülkesine papaz ihraç eder. Hristiyanlığa davet için mi? Ne münasebet. Tek emeli Osmanlı’yı dinsizleştirmek. Dinsizleştirmek, yani etnik bir toz haline getirmek.


Namaz, psikiyatrik bir tedavidir. Çünkü namaz kılan, kendini yalnız hissetmez. O en büyük güce bağlıdır. O gücün inâyeti içindedir. Namazı huşû içinde kılan bir toplumda psikiyatrik hastalık olmaz.


Tarihimiz tepeden tırnağa değiştirilmelidir. Çünkü tarih kitaplarımız Haçlıların en büyük zaferidir.


Olgunlaşmak kalbin daha hassas, kanın daha sıcak, zekânın daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demek.


Tanzimat aydını İstanbulludur, İstanbullu ise, "insanlığın nazenin ve çelebi bir cinsi"dir. "Kış bahçelerinde, saksılar içinde, yapma bir hararetle yetişip gelişen" bir nebat. Kötümser, halkını tanımaz ve neredeyse bozguncu. "Sodom ve Gomore", işgal altındaki İstanbul'un işbirlikçi burjuvazisini tüm sefaletiyle sergiler. Vatan haininden aydın olmaz. İnsanlık haysiyetini bütünü ile kaybeden bu zavallılar hiçbir devrin ve hiçbir medeniyetin ölçüleriyle aydın sayılamazlar.


Bu ülkenin bütün ırklarını tek ırk, tek kalp, tek insan haline getiren İslamiyet olmuş. Biyolojik değil, moral bir vahdet. Yani vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi. Aynı şeylere inanmak. Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için ölmek ve yaşamak. Lazı, Kürdü, Arnavudu düğüne koşar gibi ölüme koşturan bir inanç bu. Altı yüzyıl aynı potada erimek ve kâinata meydan okumak, zaferden zafere koşmak, beraber ağlayıp, beraber gülmek. Sonra çözülüş, çürüyüş ve kokuş. Ve bir mezarlık haline gelen memleket. İnsan, inançlarını kaybedince çomarlaşıyor. Dinsizlik irticaların en affedilmezi. En yiğit orduyu en miskin sürü haline getiren veba.


Bütün Kuranları yaksak, bütün camileri yıksak Batı insanının gözünde Haçlı Seferlerinin yalınkılıç ve tekbir getiren cündileriyiz. Avrupa'nın bir nevi tezadı idik. Yani kıtayı tamamlıyorduk. Şimdi maymunuyuz. Yani hiçbir haysiyeti, hiçbir hikmet-i vücudu olmayan ananesiz, haysiyetsiz, sırnaşık gölgesi. Avrupa materyalizmine rağmen Hıristiyandır. Hıristiyanlık Doğu ismi anılır anılmaz şahlanıverir. İşçisi de, Marksisti de, Hıristiyandır hep Avrupalının. Durup dururken hristiyan değildir belki. Ama Hıristiyan bir devletle Müslüman bir devlet arasında bir tercih yapmak gerekince safkan Hıristiyandır. Biz Müslüman olduğundan, Doğulu olduğundan, Türk olduğundan utanan, aczinden tarihinden, dilinden utanan şuursuz bir yığın haline geldik.


Kıyasıya bir savaştı bu, Haç'la Hilal'in, Batı'yla Doğu'nun, İman'la İnkâr'ın savaşı.. Hisarlar düşüyordu birer birer. Dost düşmana karıştı. Müstağripler hep bir ağızdan haykırıyordu: Teceddüt teceddüt… Nihayet İstiklâl Savaşı.. Yangın alevleri içinde doğan genç bir devlet. Evet çetin bir imtihandan yüz akıyla çıkmıştık. Ateş mazinin birçok levslerini temizlemişti, ama Pyrrhusvârî bir zaferdi bu. Batının silahlı saldırısını püskürmüş, Batılılaşma sevdasından kurtulamamıştık. Avrupa vazgeçmemişti avından. Aydınlar devrilen hisarlar karşısında sevinç çığlıkları atıyordu. Düşmanın teslim alamadığı tek kale kalmıştı: hafıza, yani dil. Bugünü düne bağlayan köprü uçurulmadıkça tarihten koparılamazdık. Tasfiyeciler in her taarruzu bozguna uğruyordu. Karşılarında mabedin şuurlu ve inanmış bekçileri vardı.


"Bence, Devlet-i Aliyye’nin kuruluşundan Tanzimat’a kadar geçen her asır muhteşem ve göğüs kabartıcıdır. Bir kitap ve kelime medeniyeti değil, bir iman ve aksiyon medeniyeti yaratmışız. İnsan haysiyetini yücelten, adalet ülküsünü gerçekleştiren büyük bir medeniyet. Hiçbir ‘izm’in erişmediği ve erişemeyeceği bir rüya. İnsanın ve insanlığın altın çağı."


"Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmak için en mükemmel silah: Kalem. Sözle, yazıyla kazanılmayacak savaş yok... Kalem sahiplerine düşen ilk vazife: Telaş etmemek, öfkelenmemek, kin kıştırtıcısı olmamak. Halkı okumaya, düşünmeye, sevmeye, alıştırmak. Bir kılıcın kazandığı zaferi, başka bir kılıç yok edebilir. Kalemle yapılan fetihler, tarihe mal olur, tarihe, yani ebediyete."


“Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü.”


"Büyük eksiğimiz irfanı bilmeyişimizdir. Uzun bir zaman çölde yaşadık. Fakat şimdi büsbütün imkânsızlık içinde değiliz. Bir İslam (müslüman) numune-i imtisa [Örnek tutulacak şey] olmak mecburiyetindedir."


Ne batıyı tanıyoruz ne doğuyu... En az tanıdığımızsa kendimiziz. Biz Müslümanlığından, doğululuğundan, Türklüğünden utanan, tarihinden utanan, dilinden utanan şuursuz bir yığın haline geldik..


Türk aydınları bir hıyanet psikozu içindedirler. Batı tarafından, ancak bu ihanette muvaffak oldukları ölçüde benimsenirler.


Zavallı Türk aydını! Kimlerin peşinden gitmemiş. Düşmanları dost, dostları düşman olarak tanımış.


Ağaç köküyle yaşar, insan da öyle... Biz ise maziden koptuk, istikbale bağlanamadık. Türkiye bütün kütüphaneleri yakılan, bütün mazisi imha edilen, 600 yılı cerrahi bir ameliyatla içtimaî uzviyetinden koparılıp atılan bedbaht bir ülke.


Pervane bilmeden ateşe atar kendini. Balık oltayı fark etmediği için yeme koşar. Biz arzuların felaketle örülü bir ağ olduğunu biliriz, ama uzaklaşmayız onlardan. Ne korkunç gaflet!


Üç kıtaya hakim olmuş bir medeniyetin, dünyaya adalet ve kardeşliği dağıtmış bir ülkenin hiçbir zıpçıktı 'uygarlığı' taklide ihtiyacı yoktur.


Türkiye’nin kendisi kalması, insanlığın bütün keşiflerinden, bütün fetihlerinden faydalanarak ihtişamlı mazisine layık bir istikbal inşa etmesi başlıca muradım.


Şezlong entelektüelleri, gençlik için büyük bir tehlike. İstedikleri: Kitaba ve düşünceye düşman bir nesil yetiştirmek. Bereket, gençlerin hepsi bu şezlong-nişin mürşitlere inanmıyor. Fabrikalar, daireler, üniversiteler, entelektüel partinin lakırdılarına boş veren delikanlılarla dolu. Susan çoğunluk diyeceksiniz. Doğru, çünkü emellerini dile getiren hiçbir kimse yok.


Ümmetin Avrupa dillerinde karşılığı yok. Siyasi ve dini bir bağ. Kuran hem bir ibadet kitabı, hem bir anayasa, muhatabı bütün insanlık. Demek ki İslamiyet’in temel mefhumu: eşitlik. Bu bir amaç değil, bir hak. Hürriyet, eşitliğin bir başka adı veya görünüşü. Sınıf kabul etmeyen, imtiyaz tanımayan bir dinde kimin, kime karşı hürriyeti? Batı, hürriyeti, bir hata işleme hakkı olarak tarif ediyor. Müslümanın böyle bir hakkı yoktur. Çünkü o ebedi hakikatin, yegane hakikatin, cihanşümul hakikatin emrindedir. Evet, İslamiyet bir kanun ve nizam hakimiyeti (nomokrasi)dir.* Batı’nın gerçekleştirmeğe çalıştığı eşitliği çoktan fethetmiştir. Fikir hürriyetini, insanı insana saldırtan bir tecavüz silahı olarak değil, bir ikaz, bir irşat vasıtası olarak kabul etmiştir. Demokrasinin ta kendisidir İslamiyet. Ama Batı’nınkinden çok başka bir ruh ikliminde gelişen, çok başka umdelere dayanan bir demokrasi.


" (...) Bir devlet ki, bütün bir köyün sevgisini kazanan yaşlı din adamını Arapça ezan okuyor diye tartaklayacak kadar şuur­suz ve eblehtir. Bütün Hıristiyan dünyanın, tek kelimesini anlamadan, Latince dua ettiğini bilmez. Bir devlet ki, kaymakamı, ışıktan korktuğu için imamı tevkif eder. Bir devlet ki, topuna, tüfeğine, üniversitesine, matbuatına rağmen, kitaptan ve harften korkmaktadır..."


İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime. Tecessüsü madde dünyasına çivilemeyen, Zekâyı zirvelere kanatlandıran, beşerîyi ilâhî ile kutsîleştiren, uzun ve çileli bir nefis terbiyesi. İslâm, insanı parçalamaz. İrfan, kemâle açılan kapı, amelle taçlanan ilim. Batının “kültür”ünde bu zenginlik, bu ihtişam, bu hayata istikâmet veriş yok. İrfan bir mevhibedir. Cehitle gelişen bir mevhibe. Kültür, katı, fakir ve tek buutlu bir lâfız. İrfan, beşeri beşer yapan vasıfların bütünüdür.


Türk, İslamlaştıktan sonra medenileşmiştir. Osmanlı öncesi Türk tarihi çocukluk ve delikanlılık tarihidir. Osmanlı olgunluktur. Dedemizi tarihten söküp atmak isteyenler meşumdur. (kötü, uğursuz.) Türk tarihi bir bütündür. Gençlik çağını atmak için bir sebep yoktur.


Aile topluluğu çöktü, ev diye bir şey kalmadı. Kadınlar pazarda iş aramağa başladılar. Feminizm eskiden hayatını evinde kazanan kadınlara pazarlarda iş bul­ma davasıdır. Sonuç… Bir zamanlar yerleşik olan sınıflar, şurda burda dolaşan yığınlar haline geldi. Rüzgârla savrulan kum öbekleri gibi, aralarında hiçbir kaynaşma yok. Bu kum tepecikleri, büyük şehirler ve sanayi bölgeleridir. O zamana kadar evde, tarlada, küçük atölyelerde hayatı­nı kazanan milyonlar, dev işletmelerin sinesinde eridi. Proletarya veya işçi sınıfı denilen yığınlar böyle doğdu.


Bir aydının en hayati davası fikre kitaba saygı telkin etmek. Bu memleketin yalnız nimetlerinden faydalanacak, kırk senedir geviş getirilen yalanları tekrarlayacak, tıkır tıkır maaşını alacak, Avrupalar'da dolaşacak ve namustan dem vuracaksınız. Yağma yok. Doçent olamazsan, ne olur, doçent olamazsan? Doçent olmak bir vazife midir? Ve sen doçent olmak için mi yaratıldın? Fikir uğrunda edna fedakarlığı göze alamayan üniversitede kapıcı olmaya layık değildir. Bu memleketi tımarhane haline getirdiniz. Gölgesinden titreyen, mesleksiz, davasız, heyecansız bir heyula. Ancak istatistikte bir rakam. Allah belanızı versin!


Halk Partisi kurtla kuzuyu, insanla sırtlanı bir çuvala koyan madrabazlar kumpanyası. Kime karşı halk partisi? Kime karşı halkçı? Halkçılık halkın sırtına binen bir avuç aydının uydurduğu bir mit. Oğlancı gibi. Halkın ırzına geçmek için halka hulus çakan açıkgözlerin yaftası. Halk partisi tarihinin hangi merhalesinde halk için çalıştı, halktan olmayanlarla mücadeleye girişti? Halktan ne anlıyordu? Alt yapı feodal. İkibin yıldan beri değişmeyen, kendi küçük dünyasında hep aynı dertlerle başbaşa, geniş bir kalabalık. O kalabalıktan kopan, hiçbir çilesi, hiçbir dâvası olmayan bir Halk Partisi. Bir nevi ur.


Akif, Fikret aleyhindeki yazılarını Safahat'a almamak efendiliğini göstermiş. Keşke Sultan AbdülHamid'le ilgili hicviyesine de o güzel eserde yer vermemiş olsa idi.


İslâm harflerinin terakkimize mani olduğunu ileri sürenler, Avrupa'nın bizi yok etmeye karar vermiş yazarlarıydı. İslâmiyet'e düşmandılar. Başlıca hedefleri bizi tarihimizden, irfanımız­dan, bir kelimeyle İslâmiyetten koparmaktı.


" (…) Yılbaşı gecelerinin çılgın kahkahaları arasında bir hezimeti kutlamış olmuyor muyuz? Batı karşısında Doğu'nun, haç karşısında Hilal'in hezimetini. Kaldırılan her kadehte aydınla halk arasındaki uçurum bir parça daha derinleşmiş olmuyor mu?.."


" (...) Hiçbir ülkenin eşine rastlamadığı bir vandalizme inkılâp adı verilir: Dil inkılâbı… Dil’de inkılâp olmaz! İhtiyar tarih dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir çılgınlığa şahit olmamıştır… Bu ülkenin aydınları, yıllarca tek hürriyet tanımışlar: Dillerini tahrip hürriyeti! Tefekkür yasaklanmış, irfana sadakât vatana ihanet sayılmıştır… Zekâları felce uğratan bir devrimdir bu. Zaman zaman halkçılık, milliyetçilik, ilericilik ve benzeri mefhumların arkasına saklanmıştır..."


Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca Öğretmez, yetiştirir, aydınlatır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan.


“Altınlarını cam karşılığı dağıtan Kızılderiliyi hiçbir zaman gülünç bulmadım. Cam, altından çok daha asil. Lânetlenmiş bir maden, altın. Adı, tarihin bütün cinayetlerine karışmış. Cam güzel, çünkü kirli bir mazisi yok. Cam güzel, çünkü kalbi var, kırılıverir.”


Avrupa'yla aramızda aşılmaz bir duvar var. Doğu, kapitalist için de, sosyalist için de sömürülecek bir alandır. Doğulu ise, bir yarı insan, şüpheli yandaş, tek kelimeyle düşmandır.


Osmanlı rahatsız ediyordu Mustafa Kemal’i. Silinmesi gereken bir vesikaydı yakın tarih. Mâzi zaman zaman gevezelik ediyordu. Dil devrimi Selanik’in İstanbul’a isyanıdır. Selanik’in ve Anadolu’nun. Osmanlı ordusu, Osmanlı teşkilatı, Osmanlı mimarisi yok edilemezdi. Ama nesillerin birbiriyle olan devamlılığı bozulabilirdi. Harf inkılabı altı yüzyılı rafa kaldırdı. Ve tarihsiz bir memleket, ibda etti.


“Vatandaşlığı yapan kan ve toprak değil, inanç. Ümmetin Avrupa dillerinde karşılığı yok. Siyasi ve dini bir bağ. Kuran hem bir ibadet kitabı, hem bir anayasa, muhatabı bütün insanlık. Demek ki İslamiyet’in temel mefhumu: eşitlik. Bu bir amaç değil, bir hak. Hürriyet, eşitliğin bir başka adı veya görünüşü. Sınıf kabul etmeyen, imtiyaz tanımayan bir dinde kimin, kime karşı hürriyeti? Batı, hürriyeti, bir hata işleme hakkı olarak tarif ediyor. Müslümanın böyle bir hakkı yoktur. Çünkü o ebedi hakikatin, yegane hakikatin, cihanşümul hakikatin emrindedir. Evet, İslamiyet bir kanun ve nizam hakimiyeti (nomokrasi)dir. Batı’nın gerçekleştirmeğe çalıştığı eşitliği çoktan fethetmiştir. Fikir hürriyetini, insanı insana saldırtan bir tecavüz silahı olarak değil, bir ikaz, bir irşat vasıtası olarak kabul etmiştir. Demokrasinin ta kendisidir İslamiyet. Ama Batı’nınkinden çok başka bir ruh ikliminde gelişen, çok başka umdelere dayanan bir demokrasi.”


Yumuşak kalplilik de olmaz polemikte. Ölüm bir mazeret değildir. Voltaire: “yaşayanlara saygı borçluyuz az çok”, diyor….”ölenlere tek borcumuz kalmıştır; hakikat”. İslamiyet: “ölülerinizi hayırla yadediniz” buyurmaktadır, ölülerinizi yani sizden olanları. Yaşayanları yöneten ölülerdir. Demek ki öldürülmesi gereken ölüler de var.


İslamiyet, "ölülerinizi hayırla yadedin" der. Asil bir ihtar. Ölülerinizi yani sizden olanları, aynı mukaddeslere inanan, aynı kavgalara katılan, aynı emel veya hınçları bölüşen insanları.


Eğer medeniyet, millî gelir alfabeyle artsaydı Ruslar, Çinliler alfabe değiştirir­di. Kendi alfabesini değiştiren hiçbir millet yok, olmayacak da. Öyleyse bu çılgınlığın sebebi ne?


Mustafa Kemal kafanın yalnız dışını değil içini de tanzime kalkıştı. Batı şapkaydı. Şapka ve itaat. Kalabalığın yerine şef düşünecekti. Kur’an rafa kalktı. "Nutuk" çıktı ortaya. Bir nutuk ve bir fırka. Bir lokma ve bir hırka. Önder önüne gelenin kellesini vurdurdu. Fırka hiçbir zaman ağzını açmaya cesaret edemeyen kalabalıkların ağzına vurulan kilide bir yenisini daha ekledi.


Atatürkçülük asil cumhuriyetin resmi dinidir. Mitosu olmayan sığ, dalsız budaksız bir din. Tam robot dini. Bu gidişle bütün dünyanın Atatürkçü olması gerekecek. Yaşasın Atatürk, ulan biz Atatürkçüyüz. İbadet ve iman bu üç beş hecede başlayıp bitiyor.


Televizyon kültürü diye bir mefhum tanımıyorum. Televizyon, aylak, şuuru iğdiş edilmiş, hiçbir zaman okumak ve düşünmek alışkanlığı kazanmamış sokaktaki adam için icat edilmiş bir nevi afyondur. Televizyon, şuurdaki son pırıltıları da yok eden bir cehennem makinesidir. Kişiyi gerçek hayattan koparan ve bir hayal dünyasında yaşatan hissi bir istimna… Tam bir kaçıştır televizyon. Yokluğa, boşluğa, şuursuzluğa açılan bir kapı... Bu korkunç tiryakilik, kurbanlarını batılılaştırmaz batırır. Kültürün dün de, bugün de, yarın da tek taşıyıcısı vardır: Kitap. Hiçbir düşünce emeksiz fethedilemez. Şahikalara ancak dikenli patikalardan tırmanılabilir. Tefekkür, sürekli bir cehdin hak edilmiş mükafatıdır. Kısaca televizyon kültürü, kültürle münasebetlerini kesmeye karar verenlerin uydurduğu bir yalandır. Batının bütün fuhşiyatını haremimize taşıyan bu kanalizasyonun hayırlı bir işe yarayacağını ummak büyük iyimserlik olur. Sirenlerin şarkısı çok masum bir hayal... Televizyonu dinlerken şuurumuz yarı uykudadır. Bu itibarla seslerin ve renklerin cümbüşü ile bir kat daha sarhoşlaşır ve kendimizden geçeriz. Eskiler "medenileşmek frengileşmek"dir (La civilisation c'est la syphilisation) demiş. Televizyonun cömertçe dağıttığı medeniyet de bu çeşit bir medeniyet.


Büyükler, bayağıları meclislerine kabul etmez. Bayağı, hissetmeyendir. Sevmeyen, sezmeyen, anlamayandır. Akıl doğruyu gösterir; iyi ile kötüyü ayıran: gönül. Büyük ölülerin dostluğuna, iyi ile kötüyü birbirinden ayırmak için de koşmalıyız. Gerçek bilgi, disiplinli ve denenmiş bir bilgidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.