Behlül Dânâ bir gün devrin halîfesi Hârûn Reşîd ile karşılaştı.
Halîfe; “Seni gördüğüme çok sevindim. Uzun zamandır seninle konuşmayı arzu ediyordum” dedi.
Hazret-i Behlül gülerek: “Benim böyle bir arzum yoktu” cevâbını verdi.
Buna rağmen Hârûn Reşîd kendisinden nasîhat istedi.
“Ne nasîhatı istiyorsun? Şu sarayına bak, bir de kabirlere bak! Bunlardan ibret almayan, nasîhat almayan nelerden alır! Hâlin ne olacak, ey müminlerin emîri! Yarın Cenâb-ı Hakk'ın huzûruna çıkacaksın. Büyük küçük yaptığın her şeyden suâl olunacaksın. Bunlara nasıl cevap vereceksin iyi düşün! Bu hesap zamânında aç ve susuz olacaksın, çıplak bulunacaksın. Orada bulunanlar sana bakıp gülecekler. Perişan hâlin orada meydana çıkacak, başka nasîhatı ne yapacaksın?” dedi.
Adâleti ile meşhûr olan Hârûn Reşîd onun nasîhatlerinden çok istifâde ettiğini bildirdi.
TAHTTA OTURMANIN ZORLUĞU
Hz. Behlül bir gün Hârûn Reşîd'in taht odasını boş buldu ve çıkıp tahta oturuverdi. Bunu gören askerler onu kamçı ile dövmeye başladılar. Askerler vurdukça o:
“Vah Hârûn Reşîd. Vah Hârûn Reşîd!” diyordu.
O esnâda halîfe geldi ve manzara karşısında donup kaldı. Askerleri uzaklaştırdıktan sonra:
“Ey Behlül! Bu ne hâl?” diye sordu.
Behlül:
“Senin için ağlıyorum. Burada tahtı boş bulup bir an oturdum. Bu kadar kırbaç yedim. Sen ise senelerdir bu tahtın üzerinde oturuyorsun. Hâlin ne olur diye düşündüm.”
Hârûn Reşîd:
“Peki ne yapmam lâzım?” dedi.
Behlül:
“Mademki bu yükün altına girdin. Zulme meyletme. Adalet üzere ol. Böylece tahtında otur” buyurdu.
AKŞAM NAMAZINA GELENLER
Halîfe Hârûn Reşîd, bir Ramazan günü Behlül'e, akşam namazında camiye gitmesini ve namaza gelen herkesi iftara davet etmesini söyledi.
Akşam oldu, namaz kılındı, namazdan sonra Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıka geldi.
Hârûn Reşîd şaşırdı:
“Akşam camiye bu kadar insan mı geldi?”
Behlül cevap verdi:
“Siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken hangi sureyi okuduğunu sordum. Doğrusunu yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen bu kadarmış.”
ÇARŞI PAZAR AĞALIĞI
Behlül Dânâ, bir gün Hârûn Reşîd'den bir vazife istedi.
Halîfe Reşîd de ona çarşı pazar ağalığını verdi. Behlül hemen işe koyuldu.
İlk olarak bir fırına gitti.
Birkaç ekmek tarttı; hepsi de normal gramajından noksan geldi.
Dönüp fırıncıya sordu:
“Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı?”
Adam her soruya olumsuz cevap verdi.
Behlül bir şey demeden ayrıldı ve bir başka fırına geçti.
Orada da birkaç ekmek tarttı ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla geliyor, eksik gelmiyor.
Aynı soruları bu fırının sahibine de sordu ve her soruya olumlu cevap aldı.
Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid'in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife istedi. Harun Reşid, “Behlül daha demin vazife verdik sana, ne çabuk bıktın?” dedi.
Behlül açıkladı:
“Çarşı pazarın ağası varmış! Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, ceza ve mükâfatları verilmiş, bana ihtiyaç kalmamış.”
"BEN BİR ŞEY YAPMADIM!"
Bir gün halka doğru yolu göstermek için söylediği sözlerden rahatsız olanlar, Hârûn Reşîd'e gidip; "Sultanım, bizim yaptıklarımızın ona ne zararı var? Bizi kendi hâlimize bıraksın. Sonra her koyun kendi bacağından asılır" gibi sözlerle şikâyet ettiler... Bunun üzerine Hârûn Reşîd, Behlül Dânâ'yı çağırtıp, halkın isteğini bildirdi. Behlül Dânâ hiç sesini çıkarmadan sarayı terk etti. Birkaç koyun alıp kesti, bacaklarından mahallenin köşe başlarına astı... Aradan günler geçtikçe, asılan hayvanlar kokuyordu. Kokudan rahatsız olan aynı kişiler Hârûn Reşîd'e gidip, durumu anlattılar. Behlül Dânâ'yı çağırtıp, sorduğunda; -Bir kötünün herkese zararı olduğunu herhalde anladılar. Ben bir şey yapmadım, her koyunun kendi bacağından asıldığını onlara gösterdim, diye cevap verdi...
"HIRSIZIN MEZARLIKTA İŞİ NE?" Bir gün Behlül-i Dânâ'nın evine hırsız girmiş, evde ne bulduysa götürmüştü. Doğruca kalkıp kabristâna gitti ve kapısına oturdu. Bunu görenler; -Niçin hırsızın peşinden gitmedin de buraya geldin? dediler. Onlara; -Yolunu şaşırmış o adamcağızı burada bekliyorum, diye cevap verdi. Bu söze oradakiler kahkaha ile güldüler ve; -Hay Allah iyiliğini versin, o adamın burada işi ne? dediler. Bunun üzerine Behlül hazretleri; -Siz hiç merak etmeyin o mutlakâ bu kapıya gelecek. Ecel onu buraya getirecektir, buyurdu. Bu sözler, hırsızın kulağına kadar gitti. Bunları duyan adam kabristana gitti ve Behlül-i Dânâ'nın huzurunda tevbe etti, kısa bir zaman sonra vefat etti…
Birisi Behlül Dana Hazretlerine gidip; “Ey Behlül! Oğlum vefat etti. Kabir taşına ne yazayım?” dedi. Behlül Hazretleri buna gülüp; “‘Dün altımda olan çimenler bugün üstümde yeşerdi. Ey yolcu! Bil ki şu toprak, günahlardan başka herşeyi örtmektedir’ yaz” dedi. Behlül Dânâ Hazretleri şu beyitleri sık sık okurdu: “Bayram, yeni elbiseler giyenler için değildir. Ancak İlâhî azaptan emin olanlar içindir. Bayram bineklere binenler için de değildir. Ancak hata ve isyanı bırakanlar içindir.”
Behlül Dânâ bir gün Bağdat sokaklarından birinde giderken, oynayan çocuklar gördü. Başka bir çocuk ise bir köşeye çekilmiş, onlara bakıyor ve ağlıyordu. Behlül Dânâ o çocuğun yanına gitti ve “Ey çocuk niçin ağlıyorsun? Gel sana bir şeyler alayım da, sen de arkadaşlarınla oyna” dedi ve çocuğun başını okşadı.
Çocuk bakışlarını Behlül’e çevirdi ve “Ey aklı az adam! Biz oyun için yaratılmadık” dedi.
Behlül bu söze şaştı ve çocuğa “Ey oğlum! Peki niçin yaratıldık” diye sordu.
Çocuk “Allahu Teâlâ’yı bilmek ve O’na ibadet etmek için” dedi.
Behlül Hazretleri “Peki bunun öyle olduğunu nereden biliyorsun?” diye sordu.
Çocuk Mü’minûn Sûresi’nin 115. âyetini okudu. Meâlen; “Sizi ancak boşuna yarattığımı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?”
Hazret-i Behlül, tekrar “Ey çocuk! Sen hakîmâne konuştun. Bana biraz daha nasihat et” dedi ve ağlamaya başladı.
“Ey oğlum! Senin günahın yok. Sen bir çocuksun. Nasıl oluyor da böyle düşünebiliyorsun?” diye sordu.
Çocuk da “Ey Behlül! Babamı ateş yakarken gördüm. İri odunları küçük çırpılarla tutuşturuyordu. Ben de Cehennem’in yanan küçük odunlarından olacağımdan korkuyorum” dedi.
Bu sözler üzerine Behlül Dânâ Hazretleri kendinden geçti ve kendine geldiğinde çocuğu yanında göremedi. Oradakilere çocuğun kim olduğunu sordu. Onlar “Tanımadın mı?” dediler. Behlül “Hayır” deyince, onlar “Bu Hazret-i Hüseyin evlâdından seyyid bir çocuktur” dediler. Behlül de “Ancak böyle bir ağacın meyvesi bu kadar olgun olabilirdi” deyip oradan ayrıldı.
* Bir gün Behlül’ü kabristanda gördüler. Ayaklarını kabir taşları arasına sokmuş, toprakla oynuyordu. Kendisine “Ey Behlül ne yapıyorsun?” diye sordular. Onlara gayet sakin olarak “Bana eziyet etmeyen, gıybetimi yapmayan insanlarla oturup sohbet ediyorum. Bunlar sağ olanlardan daha emin” diye cevap verdi.
* Harun Reşid Hacdan dönüyordu. Behlül Dânâ, kendisine “Bağdat ve etrafını nurlandırıp aydınlatacak hediyeler götürüyor musun?” dedi. Halife “Bu hediyeler nasıl olur?” deyince, Behlül Hazretleri “İnsanlara, Allahu Teâlâ’nın sevgisi, O’ndan korkma, onlara örnek olacak şekilde hâl ve hareketler, onlar hakkında temiz ve güzel düşüncelere sahip olmak en güzel hediyedir” dedi. Bunu dinleyen Harun Reşid ağlayarak; “Ey Behlül, biraz daha anlat” dedi. Behlül “Memleketinin bir köşesinde bir mazlûm zulme uğrasa, sen memleketin diğer köşesinde bile olsan, Allahü Teâlâ bunun hesabını senden soracak. Allahü Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de meâlen; ‘Şüphesiz ki iyiler Naim Cenneti’ndeler. Kötüler ise Cehennemdedir’ (İnfitar: 13, 14) buyurdu. Ahirette Cennet ve Cehennem dışında gidilecek üçüncü bir yer yoktur. O halde hazırlığını buna göre yap” dedi. Halife “Amellerimiz hakkında ne dersiniz?” diye sordu. Behlül Hazretleri; “Allahü Teâlâ’dan korkarak ve emrettiğine uygun olarak yapılan amel makbuldür” buyurdu. Halife; “Peygamber Efendimizle, akrabalık olarak yakınlığımız hakkında ne dersiniz?” dedi. Behlül; “Peygamber Efendimize akrabalıktan ziyade, bildirdiği hükümlere bağlılıkta yakın olmak daha mühimdir” dedi. Halife; “O halde nasıl yaşayalım?” diye sordu. Behlül; “Allah’tan kork, her halinde Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnetine tâbi ol. Bu durumda en kârlı yolu seçmiş olursun” dedi.
* Behlül Dânâ Hazretlerinin halife Harun Reşid’e bir nasihati de şöyle oldu; “Ey Harun Reşid! Yer içinde, yer üstünde ve göklerde çok olan nedir?” diye sordu. Harun Reşid; “Bunu bilmeyecek ne var? Yer içinde ölüler, yer üzerinde hayvanlar ve bitkiler, gökte ise meleklerdir” dedi. Behlül “Değil” buyurdu. “Yer içinde çok olan ölülerin pişmanlıkları, yer üzerinde insanların hırs ve tamâhı, gökte ise âdil hükümdarların sevaplarıdır” buyurdu.
Kaybolan deve
Adamın birisi namaz kılmaz, diğer ibâdetleri yapmaz ama her gece yatarken;
“Yâ Rabbî! Bana Cennet’ini ver!” diye duâ ederdi.
Bir gece aynı şekilde yattı. Geç vakitte, damdan bir tıkırtı geldiğini hissederek uyandı. Hemen çıkıp;
“Kimsin, orada ne arıyorsun?” dedi.
Damda bulunan Behlül Dânâ idi ve;
“Devem kayboldu da onu arıyorum.” dedi.
Ev sâhibi,
“Kaybolan deve damda olması mümkün mü? Bu akılsızlık değil midir?” deyince,
Behlül-i Dânâ;
“Senin, hiç ibâdet etmemen ve sonra da Allahü teâlâdan Cennet’i istemen daha akılsızlık değil midir?” buyurdu.
Ev sâhibi O zaman, Behlül-i Dânâ’nın kendisine nasihat vermek için böyle yaptığını anladı. Hatâsını anlayıp, tövbe etti ve ibâdetlerini aksatmadan yapmaya başladı.
Biz de vaktiyle güzel yiyeceklerdik
Halîfe Hârûn Reşîd bir gün Behlül-i Dânâ ile sohbet ederken;
“Ey Behlül! Sana sarayımda bir oda ve hizmetçiler vereyim. Yeter ki bu eski elbiselerden kurtul. Yenilerini giy. İnsanlar arasına karış.” dedi.
Bunun üzerine hazret-i Behlül;
“Müsâde ederseniz bir danışayım.” dedi.
Halîfe;
“Kime danışacaksın, kimsen yok ki?” diye cevap verdi.
Behlül de; “Ben danışacağım yeri biliyorum.” dedi ve oradan ayrıldı.
Hârûn Reşîd arkasından adamlar salıp danışacağı yeri öğrenmek istedi. Behlül gide gide şehir dışında bir mezbeleliğe gitti. Başını eğip bir şeyler dinlermiş gibi yaptı. Bir şeyler söylendi. Daha sonra oradan ayrıldı. Saraya yöneldi. Sultanın adamları ondan önce saraya dönüp hâdiseyi halîfeye bildirmişlerdi. Behlül huzûra girince, halîfe Hârûn Reşîd ona;
“Danıştım efendim. Lâkin insanlar arasına karışmam mümkün değil.” dedi.
Halîfe heybetle;
“Ey Behlül! Sen gidip çöplere danışmışsın, haberim oldu.” dedi.
Behlül de;
“Doğru söylüyorsun ben de onlara danıştım. Onlar bana cevap verdiler ve;
“Ey Behlül! Biz de vaktiyle en güzel ve nefis yiyecekler idik. Bütün güzellikler bizde idi. Sevgi ve itibarımız çoktu. Ne zaman ki insanlar arasına karıştık. İşte bu hâle geldik. Çöpe atıldık. Sen de sakın insanların arasına karışma.” dediler. Bu sözlerdeki ince mânâları anlayan Hârûn Reşîd: “Haklısın.” deyip düşüncelere daldı.
Buğday tanesi bir dinar olsa
Bir zaman Bağdât’ta fiyatlar çok yükselmişti. Hayat pahalılığı çekilmez bir hâl aldı. Muhammed bin İsmâil bin Ebî Fudayl gelerek;
“Ey Behlül! Müslümanların ve bütün insanların hattâ hayvanların rahatlaması için Allahü teâlâya duâ etmez misin?” dedi.
O şöyle cevap verdi:
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, ben bu işe karışmam. Eğer bir buğday tânesi bir dinar olsa, bize emrettiği gibi Allahü teâlâya ibâdet etsek, O bize vâdettiği gibi rızkımızı verir.” Sonra ellerini birbirine vurarak; “Ey dünyâyı ve süslerini toplayan, gözleri uykudan lezzet almayan kimse, nefsinle uğraşıp âhirete bir tedârik yapmadın, kıyâmet gününde Allahü teâlâya ne cevap vereceksin?” dedi.
SON SÖZ
Her sultan Hârûn Reşîd değildir.
Onun benzeri de değildir.
Sultanların yanında bulunanlar da her zaman Behlül Dânâ olamaz.
Bazıları onlara özenerek, etrafında birtakım Behlül'ler bulundurabilir.
İnsanları cehâletin/inançsızlığın ve azgınlığın karanlıklarından çıkarıp iman ve ilim nuruyla aydınlatmaları için, onlara peygamberleri gönderen Allah’a hamd olsun.
Dünya nizamını ve âhiretteki cehennem azabından kurtulmanın yollarını en güzel şekilde açıklayan Âdemoğullarının Efendisi’ne, onun ehl-i beytine ve ona iyilikte, güzellikte ve doğrulukta uyan ashabına salât ü selâm olsun.
Tâbiînin büyüklerinden Sa’îd b. Cübeyr Hazretleri diyor ki:
“Arap kadınları, İslamdan önceki câhiliyet devrinde, başlarına çar yani başörtüsü örtüp iki omuzları arasından arkaya doğru sarkıtarak, gerdanlarını tamamen, göğüslerinin (çene altının) da bir kısmını açık bırakırlardı. O asırda kadınların diğer bir âdetleri de süslenerek evlerinden çıkıp, iyi veya kötü kim olursa olsun, yakını olmayan yabanca erkeklerle çekinmeden görüşüp konuşmalarıydı.
Bu iki câhiliyet âdeti, İslâmiyetle şereflendikten sonra da Medine-i Münevvere’de örtü âyeti nâzil oluncaya kadar devam etmiştir.”
“İslamın ilk yıllarında Hazreti Peygamber’in temiz eşleri de İslamdan önceki arap kadınlarının âdet ve kıyafetleri üzere hareket ederlerdi. Hazreti Ömer radıyallâhü anh, yabancıların onlarla eskiden beri gelen âdetlerine göre görüşüp konuşmalarından rahatsız oluyor, “Yâ Resûlallah! Nâmahrem (yakınları olmayan) kimselerin zevcelerinizle böyle konuşmaları uygun değildir. Bunlara tesettürü emir buyursanız” diyor ve bu sözlerini arada bir tekrarlıyordu.
Peygamberimiz ise tesettürün birçük faydaları olduğunu bildiği halde, bu meseleyle ilgili henüz ilâhî bir emir gelmediği için, ona hiçbir şey söylemiyor ve Allah’dan gelecek vahyi bekliyordu.
Hicretin dördüncü senesinin Zilkâde ayına kadar, Müslümanlar arasında câhiliyet devrinin bu kötü âdeti devam edip durdu.
Nihayet bu tarihte hicab/örtünme âyetleri geldi ve bu kötü âdetleri yıkıp kaldırarak birçok faydaları olan iki çeşit tesettür farz kılındı:
Birincisi, her kadının büluğa ermesiyle beraber, başından itibaren bütün bedenini kapatacak geniş bir elbise –çarşaf- ile vücudunu tamamen örtüp, kendisine nikâhı düşmeyecek kadar yakını olan erkeklerden başka hiçbir erkeğe, şer’an izin verilen yerlerinden fazla hiçbir organını göstermemektir.
İkincisi de, meşrû/normal bir ihtiyaçları olmadıkça evlerinden çıkıp yabancı erkeklerle karışık olmamaktır.
İslam dini, müslüman kadınlara Ahzab sûresinin 59. ve Nur sûresinin 31. âyetleri ile birinci çeşit tesettürü farz kılmıştır.
Ahzab sûresinin 59. âyetinde şöyle emrediliyor:
“Ey Nebî! Zevcelerine, kızlarına, mü’minlerin zevcelerine de ki; cilbab yani çarşaflarını üzerlerine yaklaştırıp yani giyip onunla örtünsünler.”
Nur Sûresi’nin 31. âyetinde de şöyle emrediliyor:
“İslam dinini kabul ve ona iman etmiş olan kadınlar, ihtiyaç ve zarûretten dolayı görünen uzuvlarından başka zînetlerini/zînet mahallerini açmasınlar ve baş örtüleriyle, boyun, gerdan ve göğüslerini örtüversinler.”
İslam dini, böylece câhiliyet zamanından kalma âdetlerden birini yıkıp ortadan kaldırmış ve kadınlara lâyık oldukları hürmeti lütfederek, onları değersizlikten ve kötü kimselerin saldırılarından korumuştur.
Hakkında nas (âyet, hadis gibi kesin delil) olmayan şeylerde örf ve âdetlere önem verilirse de, nassa (âyet ve hadislere) zıt olan şeylerde örf ve âdetlere yani insanların âdet ve alışkanlıklarına önem verilmez. Dolayısıyla, dini delillere zıt olduktan sonra, ister önceden beri yapılıyor olsun, isterse sonradan meydana çıkmış olsun, bütün örf ve âdetler, dinen hükümsüzdür, bâtıldır ve yok hükmündedir.
Müslüman milletler arasında görülen her türlü kötülükleri ve tesettürsüzlük/açık-saçıklık alışkanlığını İslam dini kesinlikle reddeder.
İslâmî hükümler, alışkanlıklara ve insanların yaptıklarına göre değerlendirilmez, ama insanların yaptıkları İslâmî hükümlere göre değerlendirilir. Bir şey hakkında hüküm vermek için, onun İslama uygun olup olmadığına bakılır. O şey, İslama uygunsa güzel, değilse kötü ve yasaktır.
“Cilbablarını (dış örtülerini) üzerlerine alsınlar” meâlindeki Ahzab sûresinin 59. âyet-i kerimesi nâzil olunca, ensar ve mühâcir kadınları Allah’ın emrine yapışıp hemen şeriatın istediği şekilde örtünüverdiler. Bir ihtiyaç için evlerinden çıktıkları zaman da ağır başlı ve vakarlı hareket ederler, üzerlerine siyah renkli elbise giyerlerdi.”
Şeriatın emrettiği tesettürün aslı ve esası, âyetlerle emredilen kesin bir hükümdür. Böyle olduğu hakkında İslam âlimleri görüş birliği içindedirler. Tesettürün nasıl olacağı hakkında ise ashâb-ı kirâm ve müctehid âlimler arasında değişik görüşler vardır.
İslam âlimlerinin büyüklerinden ve Hanefî fıkıh âlimlerinin seçkinlerinden Alâüddin Ebûbekir bin Mes’ûd el-Kâsânî Hazretleri, Bedâyiu’s-Sanâyi’ isimli eserinde diyor ki:
“Âyetteki, “Zînetlerini açmasınlar” emrindeki “zînet” iki kısımdır. Birisi görünen zînet, diğeri görünmeyen zînettir.
Görünen zînetler; sürme, parmaktaki yüzük, kına, ayaktaki gümüş halkadır.
Görünmeyen zînet; iç başbağı, saçbağı, küpe, göğüs, gerdandaki takı, inci vesaire, bilezik, bazubend, bacak ve incikteki halhaldır.
Âyette açılması yasak edilen ise, zinetlerin kendileri değil vücuttaki takıldıkları yerdir. Zira zînetin kendisi sokaklarda herkesin gözü önünde zaten alınıp satılmaktadır.
Âyet-i kerimede, ayırım yapılmadan sadece “zînet” kelimesi geçtiği için, bu kelime görünen-görünmeyen zinetlerin her iki kısmını da içine alır. Şu halde, “Zînetlerini açmasınlar” emrince, İslam dinini kabul ve ona iman etmiş olan kadınların, yakınları olmayan erkeklerden, üzerlerindeki hem görünen hem görünmeyen zinetlerinin yerlerini açmaları yasaktır. “İhtiyaç ve zarûretten dolayı görünen uzuvları müstesnâ” buyurulduğuna göre de görünen zînetlerin bulunduğu yerler yani yüzler ile ellerin açık olmasına izin verilmiştir.
Bedâyi’ ve Kifâye isimli eserlerde şöyle deniliyor:
İhtiyaç ve zarûretten dolayı kadınların yüzleriyle elleri, görünmesi yasak olan avret yerleri hükmünden çıkarılmıştır. Çünkü bir kadın alış-verişe, herhangi bir şeyi alıp vermeye ve diğer bazı işler yapmaya muhtaç oluyor. Bu da ancak görünen zînet olan yüz ve ellerin açık olmasıyla yapılabilir.
İşte bundan dolayı, kadınların sadece yüzleriyle ellerinin açık olması helal kılınmıştır.
Nitekim, Hazreti Ali kerremallahü vechehû Efendimiz ile İbn-i Abbas Hazretleri, “İhtiyaç ve zarûretten dolayı görünen uzuvları müstesnâ” cümlesiyle, açılmasına müsaade edilen organların, ancak görünen zînet olan yüz ile eller olduğunu” söylemişlerdir.
Hanefi mezhebinin hükmü de böyledir. Nitekim İmam-ı Azam Hazretleri’nin mezhebince, yüzler ile eller ve bir rivayete göre ayaklar hem namazda, hem de bakmak konusunda avret değildir, (açık olmaları câizdir.) Bu organların açık olması haram olmadığı gibi, yabancı bir kadının bu organlarına şehvet olmaksızın bakmak da haram ve yasak değildir.
Ancak, bakmanın şehvete sebep olacağı kesinse veya şehvet meydana gelme ihtimali varsa, yabancı kadınların el, yüz ve ayaklarına bakmak bile, şer’an haram ve yasaktır. Zira “El-aynâni yezniyân / Gözler zina ederler” hadis-i şerifince, şehvetle bakmak bir nevi zinadır.
Fıkıh âlimleri şöyle diyorlar:
“Kadınların yüzleri hâriç, kulakları, saçları, boyunları, gerdan ve göğüsleri, bilekten yukarı kolları, ayak topuklarından yukarı incik ve bacakları ve diğer organları tamamen avrettir/açılması dînen haramdır.
Hatta normal konuşmaları sırasında sesleri yasak değilse de, nağmeli/makamlı olursa sesleri de avrettir. ( Başkalarına duyurulması ve başkaları tarafından dinlenilmesi haramdır. )
Netice:
Bir kadının yakını olmayan erkeklere yukarıda sayılan organlarından birisini açması ve göstermesi dînen haram ve yasaktır.
Yabancı erkeklerin de, kadının bu organlarından birine şehvetli olsun şehvetsiz olsun, bakmaları haram ve yasaktır.
Yakını olmayan genç kadınların yüzleriyle ellerine dokunmak veya onlarla tokalaşmak da haramdır.
Mecbûriyet halinde kadınların el ve yüzlerine bakmak helâldir. Fakat dokunmakta bir mecbûriyet yoktur. (Onun için dokunmak câiz değildir. Tokalaşmak da dokunmak olduğu için haliyle o da câiz değildir.)
Çünkü, dokunmak şehveti harekete geçirmek bakımından bakmaktan daha tesirlidir. Daha hafif olan bir işin/bakmanın günah olmaması, ondan daha ileri olan başka bir fiilin/dokunmanın da câiz olmasını/günah olmamasını gerektirmez.
(Aksine yasak olmasını gerektirir.)
Fitne korkusu olmadığından, şehvetten kesilmiş ihtiyar kadınlar ile müsâfaha yapmakta/ ellerini tutmakta şer’an beis yoktur.
Hazreti Aişe radıyallahü teâlâ anhâ Vâlidemiz, âyetteki “İhtiyaç ve zarûretten dolayı görünen uzuvları müstesnâ” ifadesiyle açılmasına ruhsat verilenin, “Kadınların ancak birer gözleri olduğu” ictihadında bulunmakta ve bunu şu şekilde izah etmektedir:
“Yabancı kadınlara bakmanın haramlığı, fitne meydana gelme korkusundandır. Halbuki, kadınların bütün güzellikleri yüzlerindedir. Bir kadının yüzüne bakmak hususundaki fitne ve fesat ihtimali, diğer organlarına bakmaktan daha fazladır. Buna göre bütün vücudun kapatılması icap ediyorsa da, kadınların yolda yürümeleri zor olacağından, mecbûren birer gözlerini açmalarına müsaade edilmiştir. Zarûretten dolayı verilen bir izin, ancak o zarûretin olduğu yerde geçerli olup genel olarak geçerli olamaz. Dolayısıyla, açılmasına izin verilmesi ancak onunla görülebildiği için göze mahsustur, yani sadece göz açık olabilir.”
Şu halde, Hazreti Aişe’ye göre kadınların birer gözlerinden başka hiçbir organlarını açmalarına dînen izin yoktur.
Tesettür hususunda, İmam Şafiî Hazretleri’nin mezhebi Hazreti Âişe’nin sözüne dayanır. Çünkü Zevâcir isimli kitapta deniliyor ki, “Şâfiî mezhebine göre kadının yüzünün tamamı, iç ve dışıyla bileklere kadar elleri, bakmak bakımından avrettir/yasaktır, açılamaz. Dolayısıyla, yabancı erkeklere karşı ellerin kapatılması vâciptir.
Fakat eller namaz hakkında avret değildir. Namazda açılmasıyla namaz bozulmaz.”
Yüz meselesi hakkında, Şafiî’nin “Yüzün kapatılması şarttır” sözü azîmet (yerine getirilmesi şart), Hanefi’nin “Yüzün açılması câizdir” sözü ruhsat (izin) ve bir genişliktir. Dolayısıyla, Hanefi’nin sözü ile amel olunmak câiz ise de bu konuda Şafiî’nin sözü daha ihtiyatlı ve daha uygundur.
İşte bundan dolayı, Hanefî mezhebine mensup müteahhirîn âlimleri, fitneye sebep ve fuhşa öncü olması ihtimalinden dolayı, genç kadınların yüzlerini açmaları yasaklanıp peçe örtmek usulü getirilmiştir.
Şehvetten kesilmiş ihtiyar kadınlar için bu hüküm geçerli değildir.
Yukarıdan beri verilen bilgilerden başka ilave olarak şöyle diyebiliriz:
İmam Şâfîi; “Gözün birinden başka, yüzün tamamının kapatılması lâzım olduğuna” hüküm vermiştir.
Hanefiler ise, “Saç, kulak, çene altı, boyun, gerdan ve göğsün tamamının kapatılması lâzım ve vâcip olduğuna…”
“Çenenin üstünden altına varıncaya kadar, yüzün tamamının ve gözlerin kapatılmasının şart olmadığına ve bu kısımların açık olmasının câiz olduğuna…”
Müteahhirîn Hanefî âlimleri, fitneye sebep olmak ihtimali bulunduğu için, yalnız genç kadınların ihtiyaten yüzlerini kapatmaları îcap ettiğine hükmetmişler, yüzün kapatılmasının nasıl olacağı hakkında ise” farklı görüşler vardır.
Sahâbe-i kirâmın hepsi ve bütün müctehid âlimler, tesettür emrinin kaynağının Kur’ân-ı Kerim ve hâdîs-i şerîfler olduğunda, buna inanmanın kesin bir vâcib/farz olduğunda söz birliği içinde olup, hepsi de eksiksiz aynı kanatta bulunmaktadırlar.
Dolayısıyla, diğer farzlar gibi tesettür de kesin farz olduğundan, bunu inkâr eden Müslümanlık dâiresinden çıkar. İslamın aslını kabul etmekten vazgeçmiş olacağından küfre düşer/kâfir olur.
Tesettüre riayet/dikkat etmeyip açık-saçık gezen kadınlar da günahkâr olup, bu hareketlerinin karşılığında azabı hak etmiş olurlar.
Peygamberimiz’in şeriatı, tesettürün şeklini şu şekilde hükme bağlamıştır:
Büluğa erdiğinden itibaren, her kadın dînen açılmasına müsaade edilen organı hâriç, başından topuklarına kadar bütün bedenini bürüyecek bir dış elbise giymelidir. “Görünüşte giyinik, gerçekte çıplak olan kadınlara Allah lânet etsin” hadis-i şerifince, kadının giydiği elbise, organlarını belli edecek şekilde dar ve ince olmamalıdır.
Vücut hatları belli olacak şekilde dar ve ince elbise ile yabancı erkeklere arz-ı endam eden kadınlar, gayr-i Müslim kadınların düştükleri aşağılığa düşmüş olurlar. Böyle kadınlar, İslamın kendilerine bahşetmiş olduğu hürmeti yırttıkları için, şeriat lisanında lânete uğramışlardır.
Buna kıyaslanınca, büsbütün açık gezen kadınların şeriat nazarında ne derece lânete hedef oldukları daha iyi anlaşılmaktadır.
Bir de, Ümmü Seleme radıyallâhü anhâ Vâlidemiz’den rivâyet edilen hadis-i şerife göre, kadın elbisesinin topuk kemiklerinden kısa, yerde sürünecek derecede de uzun olmaması şarttır.
İşte tesettürün şekli hususunda İslam’ın görüşü budur.
Elbisenin biçimine gelince:
İslam’da buna dair açıklık bulunmadığından yukarıda açıklanan şartlara uymak şartıyla, kadınların zevkine bırakılmış olduğu anlaşılmaktadır.
TESETTÜRÜN İKİNCİ KISMI
“Mukaddes kitabımızda buyuruluyor ki:
“Evlerinizde oturun. İslamdan önceki câhiliye devrinde (kâfir kadınlarının) süslendiği gibi açılıp saçılıp kırıtmayın. (Süslenip sokağa çıkarak yabancı erkeklere karışarak ve onlara zinetlerinizi göstererek ve güzelliklerinizi arz etmek üzere salınarak gezmeyiniz)” (Ahzab sûresi, âyet: 33)
Aynı sûrenin 53. âyetinde ise şöyle buyuruluyor:
“Resûlüllah’ın temiz zevcelerinden bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyiniz. İşte bu sizinle onların kalpleri için (şeytanın vesveseleri ve diğer fitnelerden) en iyi temizliktir.”
Bu mübârek âyetlerde, Müslüman kadınların yakınları olmayan erkekler ile beraber bulunmaları yasaklanarak tesettürün ikinci kısmı farz kılınmış ve İslam dini câhiliyet âdetlerinden birisini daha yıkıp ortadan kaldırmıştır.
Böylece, İslamdan önceki günahlar icrâ edilerek ve câhiliyet zamanında yaşanan kötü alışkanlıkları yeniden hayata taşıyarak tekrar bir câhiliyet devri meydana getirmenin yolu kapatılmış ve bu yol şiddetle yasak edilerek böyle bir kötülüğün önüne geçilmiştir.
Yukarıdaki âyet-i kerimedeki emir, zâhiren/görünüşte Peygamberimiz’in temiz zevcelerine mahsus gibi ise de öyle değildir. Âyet-i kerimede hâssaten/özellikle onlar zikredilmekte ise de âmmeten/genel olarak bütün Müslüman kadınlar kastedilmiştir. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’in bu hükmü, İslam dinini kabul eden her kadını bağlamaktadır.
Ahzâb sûresinin yukarıda meâlini okuduğunuz 53. ayet-i celîlesi nâzil olduğu zaman, kadınların baba ve oğul gibi yakınları olan erkekler Resûl-i Ekrem Efendimiz’e gelerek, “Yâ Resûlallah! Biz de kızlarımız, analarımız, kız kardeşlerimiz olan yakınlarımız ile perde arkasından mı konuşacağız?” diye sordular.
Onların bu suâllerine cevap olmak üzere Nur sûresinin 31. âyet-i kerimesi nâzil oldu. Bu âyet-i kerime, kadınlara yabancı sayılmayan ve yakınları olan erkeklerin kimler olduğunu bildirmektedir. Âyet-i kerimenin beyanına göre, kadınlar aşağıda sayılan 13 sınıf erkekle bir yerde beraber bulunabilirler ve onların yanındayken yabancı erkeklere karşı örtündükleri gibi örtünmeyebilirler.
O erkekler şunlardır:
1. Kocaları.
2. Babaları.
3. Kayın pederleri.
4. Oğulları.
5. Üvey oğulları.
6. Kardeşleri.
7. Erkek kardeşlerinin oğulları (Yeğenleri).
8. Kız kardeşlerinin oğulları (Yeğenleri).
9. Köleleri.
10. Şehvetten kesilmiş ve erkekliği kalmamış olan ihtiyarlar.
11. Henüz şehevî meseleleri bilmeyen ve büluğ çağına ermemiş olan çocuklar.
12. Dayıları.
13. Amcaları.
Kadınların işte bu 13 sınıf erkekle beraber bulunmalarına, görünen ve görünmeyen zînetlerini ve o zînetlerin takıldığı yerlerini onların yanında açık bulundurmalarına müsâade edilmiştir. Çünkü bu derece yakınları olan kimseler arasında karşılıklı ziyaretler, görüşüp konuşmalar, hizmet ve daha başka işler için beraber ve bir arada bulunmak mecbûriyeti vardır. Bu durumlarda da kadınların zînet ve takılarının ve vücudun zînetlerin takıldığı kısımlarının devamlı olarak kapalı olması, açılmaması ve göstermekten korunması zor ve imkânsızdır.
İslam dininde, insanlar yapamayacakları ve zorlanacakları şeylerden sorumlu tutulmamışlardır. Dolayısıyla yukarıda sayılan 13 kısım erkekler karşısında, kadınların görünen ve görünmeyen zînetlerinin açık olması helâl ve câiz olduğu gibi, kadınların bu zînetlerine yukarıda sayılan 13 kısım erkekten 12’sinin şehvetsiz olarak bakması da helâl ve câiz kılınmıştır. Sadece birisinin yani sayılanların birincisinin şehvetle bakması câizdir; o da kocasıdır. Bunu söylemeye zaten lüzum da yoktur.
Çünkü şehvetle dokunmak ve bakmak bir nevi zinadır. Bunun, birbirlerinin yakınları olan erkek ve kadınlar arasında meydana gelmesi ise daha fecîdir.
Onun içindir ki, İslam dini, kadınların sadece yukarıda sayılan 13 sınıf erkekle beraber ve bir arada bulunmalarına izin vermiştir. Gerek tenha, kimsenin bulunmadığı ve gerekse insanların bulunduğu yerlerde, kadınların bu 13 sınıftan başka erkekler ile bir arada bulunmaları şer’an/dînen yasak ve haramdır.
Şu kadar var ki, kadınların icabında şahitlik yapmaları gerektiği gibi, mecbûrî durumlarda ihtiyaç olduğu kadar, yabancı erkeklerin bulunduğu yerde bulunmalarına şer’an/dînen izin verilmiş, daha fazlası ise haram kılınmıştır.
Netice:
İslam dinini kabul ve ona iman etmiş olan genç kadınların, yabancı yani şer’an/dînen aralarında nikah câiz olan erkekler ile han, otel, apartman, mektep, dersane, hükümet dâireleri, bağ, bahçe, ziyafet sofraları, çarşı ve pazar gibi yerlerde, bir mecbûriyet olmadan bir arada bulunmaları şer’an/dînen haram ve yasaktır.
Kocasının vakti ve durumu müsait değilse, evin iç işleri evin hanımına ait ise de, evin dışındaki işler esasen kadının vazifesi değildir. Bununla beraber kocasına bir yardım olarak veya ihtiyaçtan dolayı, kadınların kocalarına ve yakınları olan erkeklere evin/ailenin dış işlerinde hizmetlere ortak ve yardımcı olmalarına şer’an/dînen müsâade verilmiştir.
Kısaca söyleyecek olursak:
Ziraat işlerinde kadınların kocalarına ve yakını olan diğer erkeklere yardımcı olmalarında bir beis yoktur. Tesettüre dikkat etmek, fitne ve fesattan emin olmak şartıyla, kadınların nehirlerde çamaşır yıkamalarında, kuyudan, çeşmeden, nehirden su getirmelerinde, hayvanları merâya sürmelerinde, merâdaki hayvanları sağmalarında, bağ-bahçe ve bostanlarında çalışmalarında ve oraları beklemelerinde de beis yoktur. Çünkü bu gibi işler dinen yasak değildir.
Şunu da arz edeyim ki, yakını olmayan erkeklerle bir arada bulunmamak şartıyla, genç kadınların kadınlara ait yerlerde kendileri gibi kadınlardan veya yakınları olan erkeklerden veya şehvetten kesilmiş ihtiyar ve şehvetten kesilmiş kimselerden ilim ve sanat öğrenmelerinde ve kendilerinin imalâthanelerinde sanatlarıyla ilgili iş yapmalarında dînen bir yasak yoktur.
Sevgili Peygamberimiz’in temiz şeriatının hükümleri, insanlar arasında meydana gelmesi muhtemel olan her türlü şer ve kötülükleri, fesatları ve zararları mümkün olduğu kadar gidermek üzerine bina kılınmıştır.
Erkeklerle kadınların birbirleriyle aynı yerde bulunmaları ve her birinin diğerine çekinmeden bakmaları, aralarında ilgi ve alâka, aşk ve muhabbet meydana getirip, şehveti harekete geçirdiğinden, bu beraberlik çoğunlukla gayr-i meşrû sonuçlara sebep olur. Onun için, şer’î/dînî hikmet bu kapının kapanmasını ve böyle şeylere engel olunmasını gerektirmektedir.
O bakımdan mübârek İslam dini fuhşu yasakladığı gibi, insanı fuhşa götüren sebepleri de yasaklamış ve daha önce işaret edildiği gibi iki çeşit tesettürü ( vücudun kapatılmasını ve erkeklerle kadınların bir arada bulunmamalarını) farz kılmıştır. Şerefli İslam şeriatı tarafından, işlenilen fuhşun cezası olmak üzere, hadler (cezalar) ve ta’zir cezaları konulduğu gibi, fuhşa götüren yolları kapatmak üzere de tesettür emrolunmuştur. Ta ki bu vesileyle bu hükümler tamamen tatbik edilmek şartıyla Müslümanlar arasında fuhşun mümkün mertebe kaldırılması ve giderilmesi temin edilmiş olsun. “İnsanlar arasında fuhuş olmamasının yolu, had ve ta’zir cezalarıyla ve tesettür ile değildir.
Ancak ilim, terbiye ve ahlâkın düzeltilmesiyle olabilir” şeklindeki gelecek itiraza cevap olmak üzere şöyle deriz: Fuhşa götüren ve ona sebep olan şeyleri, medeniyet icabı diyerek doğru görmek doğru bir görüş değildir. Çünkü görüldüğü gibi, medeniyet denilen şimdiki hayatın doğurduğu ahlâk ve genel terbiye, esâsen insanlardan fuhşun kaldırılmasını ve yok edilmesini değil, aksine yayılmasını ve genelleşmesini doğuruyor. Zira insanın kalbine Allah korkusunu yerleştiremeyen her çeşit ilim ve terbiye, insanları her türlü şer ve kötülüklerden alıkoyacak güzel bir ahlâk doğurmaz.
İnsanların kalbinde Allah korkusunun yerleşmesine sebep olan İslamî terbiye ve dinî ahlâk, insanlar arasında fuhşun yok olması ve kötülüklerin ortadan kalkması için yegâne âmil ve tek sebep olabilir. Ama insanın yaratılışında bulunan gadap ve şehvet sıfatını herkeste normal hale getirip daima o vaziyette bulundurmanın tabii ki imkânı yoktur. Onun için herkesin ahlâkını tamamen temizlemek mümkün değildir ki, yalnız bu yolla insanlar arasında fuhş ve kötülükler hepten yok edilebilsin!.. Evet, ahlâkı düzeltmek de fuhşu yok etmek için bir yoldur.
Fakat bu, herkes için değil sadece bu değere sahip olan nâdir kimseler için geçerlidir. Târihî gerçekler bize gösteriyor ki, her asırda insanların pek azı güzel ahlâka sahip olup çoğu bu güzel halden mahrum kalmışlardır. Onun için geçen asırların hiçbir zaman fitne ve fesattan tamamen ve yüzde yüz temiz kaldığı görülmüş değildir. İşte sadece ahlâkı düzeltmek yoluyla düzelmeyen insan topluluklarının çoğunu maddî vâsıtalarla doğru yola getirmek ve onları doğruluk yolunda zorlamak üzere, peygamberlerin şeriatları had ve ta’zir cezaları getirmiş, akıl sahipleri de cezâ kanunları koymuşlardır.
İşte tesettür emri de mâddi vâsıtalardan ve fuhşu yok etmenin sebeplerinden biridir. Yani şu demek: Mübârek İslam dininde fuhşu yok etmek ve kötülükleri ortadan kaldırmak için hem ma’nevî hem mâddi vâsıtalar dikkate alınmıştır ki, her ikisinin yükselmesiyle maksat tam olarak temin edilmiş olsun.
İslamın emrettiği şekilde örtünmenin insanlar için birçok fayda ve menfaatleri vardır. Bazıları şunlardır.
1. Kadınları, asıl vazifeleri olan ev işleri ve çocuk terbiyesi ile meşgul olmaya mecbur etmek.
2. Karı kocayı, iş ve vazife taksimine ve hayatta tutumluluğa ve tasarrufa mecbur etmek.
3. İffetli ve namuslu bir erkek, karısının yabancı erkekler ile görüşüp konuşma ve sohbetini gördükçe sıkıntı, vehim ve şüpheye düşer, bu yüzden karısıyla aralarında nefret meydana gelir. Tesettürün bir faydası da âile saâdetini yok edecek hallerin meydana gelmesine engel olmak.
4. Ahlâksızlığın ve fuhşun çoğalmasına ve yayılmasına engel olup iffet ve namus dairesinde aile mutluluğunu temin etmek…
Bunca fayda ve güzellikleri getirdiği için, daha önce anlatılan iki çeşit tesettür, kesin olan farzlardan ve İslamın alâmetlerinden olmuştur. Onun için, ümmet içinden dinin emrettiği tesettüre dikkat etmeyenlere ve söz, yazı ve hareketleriyle tesettürün yok olması için çalışanlara engel olmak ve onları cezalandırmak, insanları yönetmek durumunda olanların dinî vazifelerinin aslıdır.
Bu hususta gevşeklik gösterip vazifelerini ihmal eyleyenler, Allah indinde sorumlu olduklarından dinî vazifelerini yerine getirmedikleri için mânen cezalanırlar ve azâbı hak etmiş olurlar. Müslüman kadınlarına fuhuş vesikası verilmesi, meyhane, kerhâne, barlar, dans mahalleri gibi, şer’an/dînen haram olan yerlere gitmelerine müsaâde edilmesi kesin haram olduğundan, milletin yönetimini üzerlerine almış olanlardan buna müsâade edenler veya bu hususta vurdumduymaz davrananlar, bu yolla işlenen bütün yasakların tamamının günahından Allah huzurunda sorumlu olup büyük bir azaba uğrayacaklardır.
İslamın direklerinden ve alâmetlerinden birinin kaldırılmasına ve yok edilmesine gayret edenlere karşılık vererek, “emr-i ma’ruf ve nehy-i münker/iyilikleri emir ve tavsiye, kötülükleri yasak ve sakındırmak” vazifesini yerine getirmek, durumuna göre her müslümana vaciptir. Bundan başka baba, anne, koca gibi özel yakınlıkları ve sözleri dinlenir durumda olan aile reisleri, kızlarının, karılarının ve diğer aile fertlerinin tavır ve hareketlerini devamlı olarak kontrol altında bulundurup, onları kötülüklere düşmelerine sebep olacak hallerden uzaklaştırmaları icap eder.
Özet olarak: Onları yabancı kimseler ile beraber bulunmaktan, fuhuş ve ahlâksızlıklarıyla bilinen hayâsız ve namussuz kadınlar ile görüşüp konuşmaktan ve yabancı kimseler karşısında tesettürsüz bulunmaktan yasaklayıp engel olmak farzdır. Dolayısıyla, “Hepiniz çobansınız ve başında bulunduklarınızdan sorumlusunuz” hadis-i şerifi gereğince, evlat ve hanımlarına kötü terbiye veren veya bu konuda ihmalkârlık gösteren her şahıs, aile fertlerinin işlediği bütün fenalıktan sorumludur.
İlave olmak üzere şunu da arz etmek isterim: İslâmî tesettür gibi dinî hükümler, esasen alçak medeniyet ve sefih yükselmeyi yıkmak ve yasaklamak üzere konulduğundan, böyle bir medeniyetle birleşmesi mümkün değilse de güzel ve faydalı medeniyete ve hakiki yükseliş ve gelişmeye hiçbir şekilde engel teşkil etmez. Çünkü faydalı medeniyet; faydalı ilimler, eğitim, sanâyi ve ticaret ile dost olur. İslamın emri olan tesettür ise buna mâni değildir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz Hazretleri, “İlim öğrenmenin farz olduğu gibi, kazanç için çalışmak da her müslüman erkek ve kadına farzdır” hadis-i şerifiyle, ilmihal derecesinde ilim öğrenmenin ve insanlara muhtaç ve onlara yük olmayacak derecede helâlinden rızık kazanmanın, her Müslüman erkek ve kadına farz olduğunu beyan buyurarak, herkesi şahsî çalışması ile geçinmeye mecbur etmiştir. ( Not: İslamda ev geçimini temin etmek kocanın vazifesidir. Kadının esas vazifesi evinin içindedir. Yani kadınların geçim için çalışmaları, bütün kadınlara emredilmiş değildir. Burada, çalışmadığı takdirde başkalarına yük olacak durumda olan kadınların, onlara yük olmamak için edebe dikkat ederek çalışması gerektiği kastedilmektedir. Yani çalışmaları emredilen kadınlar, kimsesiz, fakir ve muhtaç kadınlardır.
Nitekim bu hususa 2 paragraf aşağıda işaret edilmektedir. Ali Eren ) Bundan başka, mü’minlerin annesi Hazreti Âişe radıyallâhü anhâ, tesettüre ait izin ve ruhsatları dahi kullanmayıp azimetle amel ettiği yani tesettüre son derece dikkat ettiği halde, İslâmî ilimler ve şeriatla ilgili hükümler konusunda ictihâd derecesine ermiş olan sahâbî kadınlardan olduğu için, ashâb-ı kirâm hazretleri dinî meseleleri sormak için ona müracaat ederlerdi. O da perde gerisinden sorulara cevap verirdi. Hicab ve tesettür gibi dinî hükümler, güzel ve faydalı medeniyete mâni olsaydı, kimsesiz ve fakir kadınların şahsî çalışmalarıyla geçinmeleri şer’an farz kılınmaz ve Hazreti Aişe gibi müslüman kadınların meşhurları, kazanmış oldukları üstünlük ve olgunluğa kavuşamazlardı.
Bu vesileyle İslam şeriatına göre kadınlar için edinilmesi meşrû olan ilim ve bilgilerden de bahsetmek isterim.
İslam şeriatına göre, kadınların öğrenecekleri ilim ve bilgiler üç kısımdır:
1 – Vâcib,
2- Mendub,
3- Mübah.
a- Kendisine lâzım olacak kadar inançlarla, ibâdetlerle ve koca haklarıyla ilgili meseleleri öğrenmek, her Müslüman kadına vâciptir / farzdır.
b- Kocalarla nasıl iyi geçinileceği, ev işleri, çocuk terbiyesi, geçimde tutumluluk ve tasarruf gibi faydalı bilgiler ile terzilik, dokuyuculuk, örücülük, ip eğirmek ve bükmek, nakış ve aşçılık gibi, kadınların durumlarına uygun olan güzel işleri öğrenmek her Müslüman kadına mendubdur.
Böyle faydalı işler ile meşgul olan kadınlara, elde edecekleri dünyevî faydalardan başka, âhirete ait faydalar yani sevap da vadedilmektedir. Çünkü “Kadın rabbinin farz kıldığı ibâdeti yerine getirip kocasına itaat eder ve kirmeni ile terşisini (ip eğirilen şeyler) elinde hareket ettirirse (onlarla iş yaparsa), Cenab-ı Allah’ı devamlı tesbih etmiş gibi sevap kazanır. Kirmeni ve iğnesiyle işine devam ettikçe cemaatle namaz kılmış gibi sevap kazanır. Çocukları için yemek pişirdiği zaman küçük günahları dökülür” hadis-i şerifiyle Resûl-i Ekrem Efendimiz Hazretleri, üzerine farz olan ibâdetleri yerine getirdikten başka el işleri ile ve ev hizmetleri ile meşgul olan kadınlara sevap ve mükâfat vaat buyurmaktadır.
c- Koca haklarından herhangi bir hakkın yerine getirilmesine sebep olmamak şartıyla, şahsî ihtiyacını temin ettikten sonra, kadınların fazladan din ilmi, hesap, tıp, mühendislik, tarih, coğrafya gibi ilimleri öğrenmeleri mübahtır.
Fıkıh kitaplarının ana kaynaklarından Hidâye’de beyan olunduğu üzere, hemcinslerini tedavisi için kadınlardan bazılarının tıb ilmini öğrenmeleri meşrûdur. Sihir, tılsım, büyü gibi hem dinî ve dünyevî meselelerde fâydası olmayan hem de sahibine veya başkasına bir nevi zararı dokunan bilgiler ile erkeklerin de kadınların da meşgul olmaları dinen haram ve yasaktır.
Zira İslam dinine göre insanlara gelecek olan zararlara engel olmak vaciptir. Kısa akıllı ve zayıf fikirli kimselerin İslam terbiyesini ve güzel İslam ahlâkını bozmak için İslam inancına sokuşturdukları bozuk şeylere uymak haram ve yasak olduğu gibi, dinin alâmetlerini ihlal edecek her nevi diğer bozuk fikirlere ve kötü hareketlere karışmak, yaşak fiilleri anlatan yazıları okumak ve onlarla meşgul olmak da şer’an/dînen haram ve yasaktır.
İslamı kabul edip, onun hükümlerine inanan mümin erkek ve kadınlar için tesettür hakkında buraya kadar verilen ma’lûmât kâfî görüldüğünden bu risâleye son verilmiştir.
Bizim üzerimize düşen sadece tebliğdir/anlatmaktır. Selam doğru yola uyanlara olsun.”
Hediyede karşılık beklentisi, ihtimali varsa rüşvettir!
memurların özellikle öğretmen ve doktorların hediye almamalarını tavsiye ederim çalıştığım yerde gözlemlediğim kadarı ile insanlar kendilerini mecbur hissettiği için hediye alıyor (hatta küfür ederek hediye alanı bile gördüm) bu hediyeler hediye değil rüşvettir!
Hediye ne demektir? Yüce Allah buyuruyor: Bir iyiliği (karşılığında) daha fazlasını bekleyerek yapma! (Müddessir – 6)
Karşılığında bir beklenti olmaksızın yapılan her çeşit hibe ve bağışlara hediye denir. Hediye, icab ve kabul ile yani bir tarafın bunu sana hediye ettim ve karşı tarafın da kabul ettim demesi ya da teslim alması ile gerçekleşir. Eğer hediye teslim edilmez ya da karşı taraf kabul etmezse gerçekleşmez.
Hediye, amacına uygun bir şekilde yani karşılığında bir beklenti olmaksızın yapılırsa, gerçekten müslümanlar arasında yakınlaşmayı sağlar, sevgi ve ilgiyi arttırır. Aksi halde ileride tartışmalara, kırgınlıklara ve hatta düşmanlıklara neden olabilir.
“Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez” sözü âyet-i kerîme ile çelişkilidir. Çünkü Yüce Allah “Bir iyiliği (karşılığında) daha fazlasını bekleyerek yapma!” buyuruyor.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Hediyeleşin, çünkü hediye kalpteki kin ve nefreti yok eder. (Tirmizî)
Ne yazık ki günümüzdeki hediyeleşmeler, “en azından verdiğini geri alma” amacı ile yapıldığı için, kalplerdeki kin ve nefreti daha da arttırıyor ve ben ona şu kadar vermiştim, o bana bu kadar verdi diye dedikodulara ve müslümanlar arasında kırgınlıklara neden oluyor.
Müslümanlar aralarındaki küskünlükleri aşıp birbirlerini sevdikleri ve dayanışma içinde oldukları sürece, hiçbir güç onları yıldıramaz ve baskı altına alamaz. Aksi halde baskı altında yaşama ve dinlerinden sürekli taviz verme zorunluluğunda kalırlar.
Hediye ile rüşveti birbirinden ayırmak lâzım. Hediye sünnet olmakla beraber; rüşvet haramdır. Allah için verilene hediye; dünya menfaati için verilene rüşvet deniyor.
Adaletli ve dürüst davranmayı engelleyecek şekilde hediye vermek haramdır. Emreden konumda bulunan kimsenin, yöneticinin, memurun, devlet kadrosunda bulunup elinde devlet imkânları bulunan kimsenin görevdeyken hediye alması rüşvet sayılır ve haramdır.
Peygamber Efendimiz (salat ve selam olsun) ise, zekat toplamaktan dönen bir vazifelinin yanında bulunan bazı şeyleri “hediye” diyerek kendi tarafına ayırması üzerine şöyle buyurmuşlardır: “Tuhaf şey, bu adam (bir mal memuru olmayıp da) babasının veya anasının evinde otursaydı, kendisine hediye verilir miydi, yoksa verilmiyor muydu, o zaman görürdü.” Buhari, Hibe: 15.
Peygamber Efendimiz (asm) Hayber Yahudilerinin ürünlerinden, anlaşma gereği İslâm’ın payını almak için Abdullah bin Revaha’yı (ra) göndermişti. Yahudiler İslâm’ın payını vermek yerine Abdullah bin Revaha’ya hediye verip işin örtbas edilmesini istediler. Abdullah bin Revaha (ra) onlara kızdı ve dedi ki: “Ey Yahudi cemaati! Sizin bu tutumunuzdan nefret ediyorum!” Hediyeyi kabul etmedi. Bu dürüstlük karşısında Yahudiler şunu teslim ettiler: “Ey İbn-i Revaha! Senin dürüstlüğünü arz ve sema alkışlıyor!” Yahudiler İslâm’ın payını vermek zorunda kaldılar. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Akçağ Yayınları: 16/240-241
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Devlet memurlarının (kendilerine işi düşenlerden) aldıkları hediyelerin hepsi haramdır. (Ebû Ya’lâ)
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Rüşveti alana da verene de, Allah lanet etsin. (Ebû Dâvûd – Tirmizî – İbni Mâce)
Yakınlarından birisi Ömer bin Abdülaziz'e bir elma hediye göndermişti. O da elmayı biraz kokladıktan sonra sahibine geri gönderdi. Elmayı geri götüren görevliye şöyle dedi: - Ona de ki, elma yerini bulmuştur. Fakat görevli itiraz edecek oldu: - Ey müminlerin emiri! Rasulullah Aleyhisselâm hediye kabul ederdi. Bu elmayı gönderen de senin yakınlarındandır. Halife cevap verdi: - Evet ama, Rasulullaha (salat ve selam olsun) verilen hediye idi. Bize gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur.
Hediyeleşmede Dikkat Edilecek Hususlar Hediyeleşme sadece Allah rızası için olmalı. Asla rüşvet mahiyetinde olmamalıdır. Hediyeye¸ hediye ile mukabelede bulunmak Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)'in güzel sünnetlerindendi. Hediye¸ bir karşılık beklenmeden¸ menfaat gözetmeksizin verilmelidir. Hediye verme işi bir gösteriş ve yarışma hâline getirilmemelidir. Hediye helalinden ve temiz olanından verilmelidir. Hediye¸ haklı bir sebep olmadıkça geri çevrilmemelidir.
Hediyeyi herkes kendi maddî imkânları ölçüsünde vermelidir. Karşıdakini minnet altına sokmamalıdır. Aynı değerde bir hediye verilmesi şart değildir. Hediyeleşmenin¸ kişinin yakınından başlayarak uzağa doğru olması daha uygundur. Hediyenin verildikten sonra tekrar geri alınması uygun değildir.
Makale Hakkında Bu makale, İskilip'te dünyaya gelen, gayet mudakkik bir ilim ve fikir adamı olan merhum, mağfur, Şehîd İskilipli Muhammed Atıf Hoca'nın, Fatih Medreselerinde müderrislik yaptığı esnada 28 Şubat 1326 tarihinde Beyanu'l-Hak dergisinde yayınlanan Terbiye-i Etfâl isimli makalesinin günümüz Türkçe'sine aktarılmış halidir. İskilipli Atıf Hoca'nın bu kıymetli makalesi, İskilip Kayakoparan Camii ve Çorum Merkez Kale Camii'nde imam-hatiplik yapmış olan merhum Gazi Küçüktiryaki Hocaefendi tarafından hayattayken latinize edilmiştir. Ancak Hocamız, bu mütevazı çalışmasını yayınlamaya imkan bulamadan 2017 yılında dâr-ı bekâya irtihal etmiştir. Hem makalenin günümüzün de önemli konularından çocuk eğitimine dair olması, hem Şehîd İskilipli Muhammed Atıf Hoca ve makaleyi sadeleştiren merhum Gazi Küçüktiryaki Hocamız için rahmet dualarına vesile olması, hem de bir nevi Çorum'un hafızasını kayıt altına almış olabilmek için bu çalışmayı istifadenize sunuyoruz.
ÇOCUK TERBİYESİ Giriş Ulemânın büyüklerinden olan İmam Gazzali (rahmetullâhi aleyh) İhya-ı Ulumi'd-Din isimli eserinde şöyle der: "Çocuk terbiyesi İslam şeriatının önem verdiği konulardandır. Çünkü çocuklar anne-babanın yanında Allah Teâlâ'nın emanetidir. Onlar ilk doğduğunda kalbi tertemiz ve tüm kötü hallerden azade şekilde kıymetli bir cevher gibidir. Öyle ki her türlü hayır ve şerri kabul edebilme ve her türlü renge boyanabilmeye hazır ve meyillidirler." Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Her çocuk son ve en mükemmel din olan İslam'ı kabule hazır selim bir fıtrat ile doğar. Ancak anne babası Yahudi terbiyesi vererek Yahudi, Hıristiyan terbiyesi vererek Hıristiyan veya Mecusi terbiyesi vererek onu Mecusi yaparlar." (Buhari, Cenâiz, 92) Dolayısıyla çocuğun anne babası, onun hayırlı işlere alışmasını sağlarlarsa, hayırlı şeyleri öğretirlerse çocuk da hayır üzere yetişir. Neticede çocuk hem dünya hem de ahirette en büyük saadete nail olur. Çocuk almış olduğu sahih bilgiler ve kamil terbiyeye karşılık olarak sevap ve ecir kazanacaktır. Çocuğun kazandığı bu sevap ve ecirde anne-babası, öğretmeni ve eğiticisi de ortak olur. Anne baba çocuğun terbiyesinde kusurlu davranır, onu başıboş hayvanlar gibi salıvererek şer, fısk ve sefahete (rezil bir yaşama) alıştırırlarsa çocuk da o şekilde yetişecek ve hem dünyada hem de ahirette helak olacaktır. Çocuğun alışkanlık haline getirdiği terbiyesizlik, ahlaksızlık ve günahlar anne babasının ve bu kötü yola onu teşvik edenlerin olacaktır. İşte bu nedenle Tahrim suresinde "Ey iman edenler, kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun" buyrulmuştur. Hz. Peygamber de şöyle buyurur: "Ey insanlar, günahları terketmek, hayır ve taat işlemekle kendinizi; şer ve günahlardan nehyetmek ve hayırları emretmek suretiyle aile ve çocuklarınızı cehennem ateşinden koruyunuz. Aile ve çocuklarınızı hem dine hem dünyaya dair olan faydalı ilimleri öğrenmesini temin ediniz. Çünkü onlar Allah'ın sizin nezdinizdeki emanetidir." Sahabe-yi kiramdan Ebî Süleyman (r.a.) Hz. Peygamber'e şöyle sordu: "Ya Rasulallâh bizim çocuklar üzerinde hakkımız olduğu gibi onların da bizim üzerimizde hakları var mıdır?" Cevap olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Evet, çocukların da anne baba üzerinde hakları vardır. Bunlar ona yazı yazmayı, yüzmeyi, (ok yahut günün silahlarıyla) atıcılık yapmayı öğretmesi ve onu güzel bir edebe sahip kılmasıdır." (Beyhakî, Şuabu'l-İman, 6/2900) Hz. Peygamber başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Çocuklarınıza yüzmeyi, silah kullanmayı ve kız çocuklarınıza da ip eğirmeyi (dikiş-nakışı) öğretiniz." (Beyhakî, Şuabu'l-İman, 6/2900) İmdi, anne babanın çocuğunu dünya ve ahirette dalalet ve helake düşmekten koruyup her yönden güzel hallere sahip olacak şekilde onu yetiştirmesi gerekir. Bunun yolu da ancak ahlakî faziletler ve insani meziyetlerle onu donatmaktır. Anne baba çocuğunun, kötü kimselerle arkadaşlık etmesini engellemeli, bolluk içinde yaşamaya alıştırmamalı, aşırı süs ve sefihliğe götürücü sebeplerden onu uzak tutmalıdır. Çünkü çocuğun bu sayılanlara alışması halinde insani erdem ve faziletlere aykırı ve boş şeyleri elde etmek için bir ömrünü feda etmesi ve helakı söz konusu olacaktır.
Çocuk Terbiyesinde Ebeveynin Dikkat Etmesi Gereken Hususlar Şu halde anne babanın doğduğu andan itibaren çocuğun terbiyesine son derece itina ve ihtimam göstermesi ve onun her halini kontrol altında tutması gerekir. Bu konuda sırasıyla şunları söyleyebiliriz:
1. İlk olarak çocuğun emdiği süt konusunda çok dikkatli olunmalıdır. (Eğer çocuk bir başkasından da süt emecekse saliha, dindar, helal lokma ile beslenmiş olan bir kadından süt emmelidir. Şayet çocuğun sütanneye ihtiyacı yoksa ve öz annesi tarafından emziriliyorsa aynı dindarlık seviyesinin öz annede de bulunmasına imkan ölçüsünde dikkat edilmelidir. Anne bu konuda dikkatli olmalıdır.) Çünkü çocuğun yetişmesi ve büyümesi için gerekli olan süt, kötü ahlak sahibi kadınlardan temin edildiğinde çocuk da o sütün sahibi kadının sahip olduğu kötü ahlak ve meziyetlere meyilli olur. İşte zamanımızda insanların pek çoğunun şerli, günahkar ve aşağılık bir yaşam tarzına sahip olmasının sebebi budur.
2. Çocuk temyiz çağına yani 7 yaşına ulaşınca anne baba onu daha dikkatli şekilde kontrol altına almalıdır. Önce yemek yeme konusundaki İslami kuralları ona öğretmeli: "Yemekten önce ve sonra elleri yıkamak, öncesinde besmele çekmek, sağ elle ve önünden yemek, büyüklerden önce yemeğe başlamamak, aç gözlü gibi yemeğe çok şiddetli bakmamak, aynı mecliste yemek yiyenlerin lokmalarına bakmamak, yavaş yavaş yemek, lokmaları peş peşe ağza almamak ve benzeri kuralları öğretmelidir. Netice olarak az yemenin faydaları ve çok yemenin zararlarından bahsetmelidir.
3. Tembel ve miskin olmaması için beden sporlarına ve bazı günler yürüyüş ve hareket etme gibi faaliyetlere alıştırmalı. (Tabi günümüzde çocuklar bazı sporlara gönderilmektedir. Ancak İslami kurallara dikkat edilmezse bu konuda harama bulaşma tehlikesi mevcuttur. Kız ve erkek çocuğun yapacağı sporlar farklıdır. Her ikisi için de geçerli tesettür kuralları vardır. 7 yaşından, özellikle de ergenlikten itibaren kız çocuğa erkek spor öğretmeninin, erkek çocuğa bayan spor öğretmeninin ders vermesi dinen caiz değildir. Bu husus dikkatten kaçmamalıdır.)
4. Bir mecliste nasıl oturulup nasıl kalkılması gerektiğini anne baba çocuğa öğretmek zorundadır. Herhangi bir mecliste otururken ayaklarını uzatmaktan, mecliste bulunan birine arkasını çevirmekten, bacak bacak üstüne atmaktan, aksırmak ve burnunu sümkürmekten, burnunu karıştırmaktan, ağzını açarak esnemekten sakındırmalı ve bunların yanlış olduğunu öğretmeli. Ayrıca kendinden büyük olana yer verme, biri konuşurken sözünü kesmeme, konuşanı güzelce dinleme ve çok konuşmama gibi insani değer ve edepler öğretilmelidir.
5. Çocuk iyiyi kötüden ayırmaya başladığında okula gönderilmeli. Öncelikle dini terbiye verilmelidir. Peygamberlerimizin hayatları, ümmetin büyük ve salih zatlarının hayatları, Kuran-ı Kerim ve anahatlarıyla İslami hükümler (iman esasları ve ilmihal bilgileri) öğretilmeli. Böylelikle yetiştiği esnada çocuğun kalbine İslam'ın güzelliği, peygamber ve salih kimselerin sevgisi nakş edilmeli, işlenmelidir.
6. Çocuğun, kendilerinin zarif ve nazik olduklarını iddia ettikleri halde hiç bir şekilde dini terbiye almamış edebiyatçı, şair, sanatçı ve benzeri kimselerle görüşmesine (eserlerini okumasına/dinlemesine) engel olunmalıdır. Anne-baba çocuğu, beşeri aşkı, kötülüğü, içkiyi ve benzeri faydasız veya dinen meşru kabul edilmeyen şeyleri içeren şiir ve şarkıları dinlemekten, ezberlemekten alıkoymalı. Böylelikle ilk yetişme çağında çocuğun saf ve tertemiz olan kalbi günah, rezalet ve ahlaksızlığın tohumlarından korunmuş olur. (Bugün çocuk ve gençlerimizin izlediği diziler, dinlediği şarkılar, telefon ve tabletlerinde sürekli girdikleri siteler ya da oynadıkları oyunlar da dinen yasaklanan şeyler varsa engel olunmalıdır.)
7. Okul yorgunluğunu atabileceği ölçüde meşru oyunlarla eğlenmesine müsaade edilmeli. Ancak oyunda yorulacak kadar vakit geçirmesine izin verilmemeli. Çocuğun sürekli eğitim ve öğretime tabi tutulması çok zararlıdır. Zira bu, zekayı iptal eder, kalbi yorar.
8. Çocuk güzel bir davranış sergilediğinde onu mutlu edecek şekilde ödüllendirilmelidir. İnsanlar arasında çocuk o güzel yönüyle övülmelidir.
9. Çocuk kötü bir fiil işlediğinde ebeveyni ilk seferde onu örtmeli, açığa vurmamalıdır. Çünkü aksi yapılırsa çocuğun o kötü fiili işlemedeki cesareti artar, hatasının bilinmesinden, ortaya çıkmasından endişe etmemeye başlar. İkinci defa aynı kötülüğü yaparsa anne-baba gizlice ve uygun şekilde çocuğu bu kötü fiilden men etmelidir.
10. Anne baba çocuk üzerinde sözlerinin etkisini muhafaza etmelidir. Yani çocuğu sürekli uyararak arsızlaştırmamalılar. Arsız çocuk üzerinde anne-babasının sözünün tesiri kalmaz. Anne, çocuğunun kafi miktarda babasından korkmasını sağlamalıdır. Çocuğun, anne-babasının sahip olduğu bir şeyle, giydiği elbise, yediği yemek veya başka bir şeyle arkadaşlarına karşı övünmesine engel olunmalıdır. Çocuk, görüştüğü kişilere karşı mütevazı, saygılı olma ve abartısız şekilde iltifat etmek gibi güzel sözlü, tatlı dilli olmaya alıştırılmalıdır.
12. Anne baba çocuğuna, büyük yahut küçük kimseden bir şey almamayı, istememeyi öğretmelidir. Yücelik, izzet ve şerefin almakta değil ihtiyaç sahibine vermekte, infak etmekte olduğunu anlatmalıdır.
13. Çocuk, aşırı nazlı olmaya, nimet ve aşırı rahata alıştırılmamalı. Altın ve gümüşü çok sevmesine mani olunmalıdır. (Özellikle erkek çocuğun altından uzak tutulması gerekmektedir. Zira altın erkek için haramdır.)
14. Çocuk, anne babasına hürmet ve itaate, öğretmen ve eğitmenine, yahut yakın/uzak fark etmeksizin kendisinden büyüklere saygılı ve küçüklerine merhametli olmaya alıştırılmalıdır.
15. Çocuk, doğru bir şey için veya yalan yere yemin etmekten, faydasız/anlamsız söz söylemekten; küfretmekten, lanet etmekten, hakaret etmekten, haram olan oyunlar ve çalgılardan uzak tutulmalıdır. Arsız ve hayasız çocuklarla ve küfreden, lanet okuyan, kötü sözleri dillerinden düşürmeyen ve günah, suç, aşağılık bir yaşam biçimine sahip boş işlerle uğraşan kişilerle arkadaşlık kurması engellenmelidir. Çünkü kötü haller ve çirkin ahlak kişiye kötü arkadaşından sirayet eder. Özellikle yetişme çağında çocuk ihmal edilir de fasık, günahkar, hayasız, arsız, namussuz kimselerle düşer kalkarsa hiç şüphe yok ki bu kişilerin kötü ahlakı o çocuğa da bulaşacak ve aynı kötü ahlaka o da sahip olacaktır. Dolayısıyla kötü hal ve rezil ahlaktan çocuğun muhafaza edilmesi ancak onu kötü arkadaşlardan korumak ve dini terbiye vermekle mümkün olacaktır. Çocuklara dini eğitim ve terbiye verme konusunda arz ettiğimiz durumlar ve söz konusu hükümlere son derece önem vermek gerekmektedir. Nitekim, "Çocuklarınıza yedi yaşında namazı emredin. On yaşına geldiğinde namaz kılmazlarsa (hafifçe ve öğretmek niyetiyle) onları paylayın" hadis-i şerifi gereğince dahi çocuk yedi yaşına bastığında temizlik, namaz ve güç yetirebildiği şerî görevleri ona emretmek ve on yaşına geldiğinde söz konusu emirleri terk etmesi halinde hafif/öğretici şekilde çocuğun kulağı çekilmelidir. Ramazan ayında bazı günler oruç tutmayı emretmek; kötü alışkanlıklardan içki içmek, hırsızlık yapmak, yalan söylemek, emanete hıyanet etmek, günah işlemek ve aşağılık fiillerle meşgul olmak gibi haramlardan çocuğu sakındırmak ve onun kalbine Allah'ın (korkusunu/saygınlığını) yerleştirmek ebeveyn üzerine vacip olan bir görevdir. Şir'atü'l-İslam isimli eserde şöyle geçer: "Çocuğun anne babası üzerindeki haklarından biri de helal lokma yedirmek, büluğ çağına geldiğinde onu evlendirmektir. Anne babası çocuğu evlendirmez ve o da bir haram işleyecek olursa anne baba o günahta çocuğa ortak olurlar." İşte çocuğun müslümanca terbiyesi müellifin (Seyyid Alizade'nin) ifade ettiği şekilde olur. Çocuklara bu şekilde eğitim verilirse mütedeyyin ve meşru bir yaşam tarzına sahip olacaklarında şüphe yoktur. İslam, Müslümanlar arasında ortaya çıkabilecek fitne, fesadın kaynağı olan ahlaki uyuşmazlığa meydan vermemek için tâ ilk yetişme çağından itibaren çocuğa mükemmel surette dini terbiye verme ve ahlaki olarak belirli bir seviyeye onu taşıma konusuna son derece önem vermektedir. Ne var ki Hulefa-yı Râşidîn devrinden sonra dini terbiye ve eğitime ve ahlaki erdemlerin neşredilmesine genel anlamda gereken önem verilememiştir. Hele şu son zamanlarda terbiye ve ahlak konusunda dinimiz İslam'ın emrettiği usul ve kaideler büsbütün terk edilmiştir. Çocuğun ilk yetişme çağından itibaren ahlaki erdemler ve dini terbiye yerine rezil adetler, aşağılık bir ahlak anlayışı hakim maalesef. Bu yüzden çocuklar hemen erken yaşlardan itibaren her türlü fenalık ve rezalete hazır şekilde yetişiyorlar. Bir kere asrımızda çocuklara helal süt emzirilmiyor. Çocuklarına süt veren anneler yahut çocuğu emzirmesi için kendisine verilen süt anneler çoğunlukla helal haram bilincine sahip değil ve ahlaki faziletlerden maalesef yoksunlar. Hatta bazıları terbiyesiz, hayasız, günah ve kötülüklere teşne kimselerdir. Özellikle de yabancı ve gayrimüslim kadınların gerek çocuğa süt emzirmek ve gerekse ilim öğretmek maksadıyla dadı olarak seçilmesi başlı başına bir problem. Özellikle yüksek tabakada, elit sayılan ailelerde çocuklar gayrimüslim dadılar, cahil ve ahlaksız bakıcılar ile terbiye olunuyor. Çocuk, pohpohlanarak şımarık, kibirli ve keyfine hevasına düşkün şekilde ve günaha ve sefahete bulaşmış vaziyette yetiştiriliyor. Biraz aklı başına gelir gelmez ahlaksızlığın esasını teşkil eden düzme ve uydurma masal, meddahçılık, karagözcülük, ile kalbi doluyor. (Günümüzde de bu konu önem arz etmektedir. Zira hem anne hem de babası kariyer! yapan çocuklar itikad ve amel bakımından ne idüğü belirsiz bakıcılara emanet edilebiliyorlar. Bu da çocuk açısından gayet tehlikeli bir durumdur.)
(Makalenin ilk iki bölümünde yapılan özellikle helal süt ve iman-amel sahibi anne/süt anne konusundaki uyarılar dikkate alınmadığı takdirde) Çocuk, temyiz çağına (yedi yaşına) ulaştığında kötü ahlak ve rezil alışkanlıkların kaynağı olan aşk ve sevdaya dair şiirler, romanlar ve hikayeler okumak; çalgı, eğlence, (gereksiz ve rezil içeriğe sahip) tiyatro mekanlarına gitmek ve gayr-ı meşru her türlü ortamlara alışabilmektedir. Ergenlik çağına girdiğinde ise alkol kullanmak, meyhaneye ve geneleve gitmek, dama, tavla, iskambil oynamak gibi gayr-ı meşruluklara kolay alışabilmektedir. Elit sayılan bir aileye mensup çocuk, İslamî terbiyenin asla kokusunu bile alamadığı gibi Batılı dadılar ile terbiye edilerek, Batılı okullarda eğitim alarak gayrimüslimlerin örf, adet ve ahlakına kendisini daha yakın hissedebilmektedir. İşte bir taraftan bu yönüyle çocuklara erken yaşlardan itibaren genel olarak dini terbiyeye, milli değerlere aykırı özellikler kazandırılıyor. Diğer taraftan İslam toplumunu oluşturan Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Laz, Çerkez, Gürcü, Boşnak ve Tatar gibi toplulukların atalarından kalma bir takım cahiliye adetleri, çirkin ahlak ve batıl düşünceler iyi zannedilerek yeni nesillere öğretilmektedir. Ayrıca şu son zamanlarda medeniyet ve gelişmişlik göstergesi olduğu iddiasıyla Avrupa milletlerinin rezil adetleri ve çirkin ahlakı Müslümanlar arasında yaygınlaştırılıyor. İşte bunca kaynaktan ahlaksızlık, terbiyesizlik Müslümanlar arasında gayet geniş ölçüde ve yoğun şekilde yaygınlaştığından (bu durumdan etkilenenlerin) hemen hepsi dini ahlaka ve İslami eğitime taban tabana zıt bir zihin yapısı ve yaşam tarzına sahip oluyorlar. Ahlaksızlıkta da biri diğerine son derece farklı şekilde yetişiyorlar. Bunun içindir ki kimi zaman Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Laz, Çerkez, Gürcü, Boşnak ve Tatar gibi milletlerin eski adetleri ve kötü ahlaklarını takip edebiliyorlar. Neticede kimi oyuncu, çalgıcı, meyhaneci ve sair rezil adetlerine alışabiliyorlar. Kimi de sapkınlık ve bidat taraftarlarının eliyle İslam birliğini parçalamak için Müslümanlar arasına yerleştirilmiş olan ehl-i sünnet dışı, sapkın, bidat ehli akımlara kapılıp gidiyorlar. (Söz konusu sapkın, bidat mezhep, meşreb ve akımları tespit etmede ölçü ehl-i sünnet ve'l-cemaat anlayışıdır. Herhangi bir konuda özellikle de itikad ve muhkem ameli konularda ehl-i sünnete muhalif olan herhangi bir mezhep, meşreb yahut akım sapkın ve ehl-i bidat kabul edilir. Uzak durulmalıdır.) Kimi ise İngiliz, Fransız, Alman, Rus, Rum ve Roma milletlerinin çirkin ahlaklarını övünç ve iftiharla kabul ediyorlar. Dahası bu çirkin ahlakı İslam beldelerinde yaymaya gayret ediyorlar. Müslümanlara ibret olması için Avrupalı müsteşriklerden birinin son derece önemli bir sözünü nakledelim. İngiliz bir müsteşrik şöyle der: "Doğu milletlerinin ahlakı, adet ve davranışları gayet güzel, medeni ve naziktir. Ey Doğu milletleri (Müslümanlar), bu (İslam) medeniyetinizi hakir görmeyiniz, terk ve ihmal etmeyiniz. Avrupa'nın o haşin medeniyeti sizin bu güzel ve nazik medeniyetinizi ortadan kaldırma gayretindedir. Buna karşı hepiniz birlik olarak medeniyetinizi muhafaza için mücadele ediniz. Avrupa ile temasta bulunan Doğu milletleri sadece Avrupa'nın işe yarar kurallarını, güzel adetlerini almıyorlar. Mükemmel olma arzusuyla meyhanelerini, genelevlerini, oyunlarını, aşağılık kurumlarını örnek alıyorlar. İşte Hindistan, Mısır, Tunus, Cezair misal olarak ortadadır. Yoksa ilim ve fen gibi milliyet rengine boyanamayan ve bütün insanlığın maddi gelişimi için vasıtalar olan araç-gerecin hepsini olduğu gibi alabilirsiniz. Fakat dini/milli kimliğinizi ortadan kaldıracak davranışlarda bulunmayınız. Hulasa, Frenkliğe özenmeyiniz, siz her ne yaparsanız yapın bir İngiliz, bir Fransız ya da bir Alman olamazsınız. Aksi halde sadece Avrupa'yı yüzeysel şekilde taklit ederek Müslümanlıktan çıkar, karmaşık bir ruh hali içerisinde yaşar gidersiniz. İşte bu da sizin için büyük bir felakettir." Müslümanların hakikati ifade eden bu gibi sözlerden ibret alması gerekirken ne yazık ki basiretleri bağlanmış olduğu için hakikati görüp de uslanmıyorlar. Mısırlılar, Hintliler, Tunuslular, Cezairlilerin mükemmellik ve şeref elde etme iddiasıyla Avrupa'nın rezalet ve aşağılık yaşam tarzını kabul ettikleri gibi bizim Osmanlı Müslümanları da ahlaksızlıkta ve Avrupa'nın rezil adet ve aşağılık ahlakını taklit etmede birbirleriyle yarışıyorlar. (Atıf Hoca'nın ifade ettiği bu taklit yarışı günümüzde de hız kesmeden ve sınır tanımaksızın maalesef devam ediyor.) Meyhaneler, genelevler, tiyatrolar (günümüzde TV kanalları, internet siteleri) vasıtasıyla Avrupa'nın çirkin ahlakı ve rezil adetleri İslam beldelerinde az da olsa var olan dini ahlakı ve medeniyetimizi ortadan kaldırmaya çalışıyor. Makale boyunca arz ettiğim bunca (dinimize) zıt ahlak ve adetleri benimseyen milletlerin, birleşerek birbirlerini desteklemeleri şöyle dursun fırsat buldukça birbirlerini ortadan kaldırma ve helake sürüklemeleri doğaldır. ( Atıf Hoca'nın bahsettiği durum yakın tarihimizde ve günümüzde aynıyla yaşanmıştır/yaşanmaktadır. İslam ülkeleri bırakınız ittifakı birbirlerinin kuyusunu kazmaktadır maalesef.) İşte bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.s) tarafından ortaya konulan raşid halifeler döneminin sonuna kadar sapasağlam devam eden İslam birliği esası parçalanarak Müslümanların kuvvet ve atılganlığını yok edilmeye çalışılmaktadır. Neticede Müslümanların düşmanlarının elinde hakir ve zelil olarak kalmışlardır. Ey Müslümanlar, dünyada içinde bulunduğunuz şu rezil durumdan kurtulmak, diğer milletler gibi siz de varlığınızı aleme duyurmak ve ahirette en büyük mutluluğa kavuşabilmek isterseniz İslam ahlakına sarılınız. Dinimiz İslam'ın ortaya koymuş olduğu pek kıymetli ahlak ilkelerini tatbik ediniz. İşte o zaman aranızda tam bir birliktelik oluşur, bunun güzel bir sonucu olarak da zaruri olarak birbirinize destek ve yardımcı olup içine düştüğünüz zillet ve rezil durumdan kurtulursunuz. Yoksa uygulamaya çalıştığınız Avrupa'nın çirkin ve rezil ahlakı, cahilane tavırları ısrar edecek olursanız sonuçta daha fazla berbat hale geleceğinize şüphe yoktur.
Misvak nedir, Misvak nasıl kullanılır, Misvak nasıl yumuşatılır ve ne sıklıkla kullanılır gibi konulara değineceğiz.
Abdestten önce ağız temizliği için misvâk kullanmak sünnettir. Müslüman her abdest alışında misvâk kullanmalıdır. Abdestli olmayıp ağzında bir değişiklik olduğunda, meselâ uyumuşsa yahut kokulu bir şey yemişse misvâk kullanmak sünnet olur. Hastalıkların mühim bir kısmına misvak şifâdır.
1. Misvak nedir?
Misvak, Erak ağacından yapılan çubuktur. İnce lifleri ve kendine has kokusu vardır. Tükürük ile etkileşime girdiğinde bir sıvı salgılar.
2. Misvak nasıl hazırlanır?
Öncelikle bir parmak kalınlığında poşetli misvağınızı alıyorsunuz. Aldığınız misvağa dikkat ediniz kuru olmasın. Zira kuru ve ince olanların genelde lifleri kurumuş oluyor. Misvağın ucunu açmak için önce suda bekletilir, diye genel bir kanı vardır. Ama siz zaten yumuşak misvak aldıysanız buna gerek yoktur. Misvağınız hem esnek hem de tırnağınızla kazıdığınızda soyuluyorsa, sorun yok demektir. Yani kabuğu o kadar yumuşak olmalıdır. Ardından misvağınızı ucundan 1 cm kadar soymalısınız. O 1 cm soyduğunuz yeri pense veya sert bir nesne ile baskı uygulayarak tel tel ayırmanız lazım. Bunu ağzınızda birazcık yumuşattıktan sonra dişlerinizle de yapabilirsiniz. Böylece misvağınız kullanıma hazır olacaktır.
3. Dişler nasıl misvaklanır?
Misvak, diş fırçalar gibi yukarıdan aşağıya değil de enlemesine kullanılır. Siz dişlerinize misvağı sürmeye başlayınca, misvak tükürüğünüzle etkileşime geçerek bir salgı oluşturur. Bu salgının içindeki maddeler hem dişlerinizi, hem diş etlerinizi, hem damağınızı temizler. Onun kendine has tadı olup, salgısı ve kokusu sizi başlarda rahatsız edebilir. İlk zamanlar sürekli tükürme ihtiyacı hissetseniz de, bu zamanla geçecektir. Sert olması nedeniyle önceleri kanamalar olsa bile zamanla dişlerinizde alışıyor ve diş etleriniz sağlamlaşıyor. Kanama şikayetleriniz son buluyor.
4. Misvak nasıl muhafaza edilir?
Misvak sürekli açıkta kalırsa kurur. Sürekli kapta da kalırsa küflenir, kokar. Bu nedenle şimdilerde misvaklar beyaz kaplarla satılıyorlar. Bu kapların altında delik oluyor. Ne tamamen kurutuyor misvağı, ne de kokmasına zemin hazırlıyor. Ortalama bir denge veriyor. Üstelik çok da uygun fiyata. Neredeyse misvak fiyatının yarısı kadar.
5. Misvak ile ilgili hadisler nelerdir?
* Cebrail aleyhisselam, misvak kullanmayı o kadar tavsiye etti ki, misvakın farz olacağından korktum. [İbni Mace]
* Eğer ümmetime güçlük vermeyeceğini bilseydim, her namaz için abdest almalarını ve her abdestte misvak kullanmalarını emrederdim. [Buhari, Müslim]
* Gece namazı için kalkınca, ağzınızı misvakla temizleyin! Çünkü bir melek, namazda Kur’an okuyanın ağzına yaklaşarak dinler. [Deylemi]
Unutmayın dostlar, temizlik imandan gelir. Hem her an temizlenmek hem de ahir zamanda bir sünneti uygulamak bize kat kat yarar getirir.
Bugün, modern tıbbın diş sağlığı konusunda ortaya koymaya yeni başladığı tedavi usullerini, İslamiyet 14 asır önce öğretmiştir. Diş sağlığına büyük bir fayda temin eden misvak, gayet basit ve en iyi diş temizleme vasıtasıdır. Dişlerin çürümesini önlemek için misvak kullanmak çok faydalıdır. Larousse İllustre Medical isimli tıp kitabında diyor ki:
(Bütün diş macunları ve tozları, dişlere zarar verir. En iyisi, sert bir fırçadır. Önce, dişleri kanatırsa da, korkmamalıdır. Diş etlerini kuvvetlendirir ve artık kanamaz.)
Bu şekildeki diş temizliğini sağlayan en iyi vasıta misvaktır. Diş macunları, ağızdaki faydalı ve zararlı bütün mikropları öldürürken, misvak sadece zararlı mikropları öldürür. Misvak abdestin sünnetidir, Şafii’de namazın sünnetidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Misvak kullanarak kılınan namaz, misvaksız kılınan namazdan 70 kat üstündür.) [İ. Neccar]
Ağız ve diş bakımına dair birçok etkiyi doğal olarak içinde barındırdığı için kimyasallardan uzak kalmanızı sağlar.
Ağızdaki bakteri ve mikropların yok olmasına yardımcı olur.
Bakterilerin ve diğer zararlı maddelerin yok olmasından dolayı diş çürümelerini önler.
Dişlerin doğal olarak beyazlamasına yardımcı olur.
Ağızdaki kötü maddelerin yok olması ve çürüklerin engellenmesi ile beraber ağız kokusunun da önüne geçer.
Sindirim açısından da faydalıdır. Midede oluşan gazın yok olmasına yardımcıdır.
Geniz akıntısına iyi gelir ve aynı zamanda balgam söktürücüdür.
Dişlerin yanında diş etlerini de korumakta çok faydalıdır.
Ağız içindeki yaraların iyileşmesine etki eder.
Hz. Muhammed (S.A.V) misvak ağacının faydaları ile ilgili çeşitli bilgiler vermiştir. Kendisinin deyişine göre “Misvak ölümden başka her derde devadır”.